Bugün; 02 Ekim 2023, Pazartesi
YAZARLAR
VEZİRKÖPRÜ’DEN ŞAİRLER GEÇTİ

Sanatın şahikasıdır şiir. Eğer toplumun yaşantısında şiirin bestelenmiş hâli; şarkı, türkü gibi müzikal/enstrümantal nağmeler olmasa, insanların deşarj olması söz konusu değildir.Onun içindir ki, Anadolu insanı tarlada/ tapanda, gurbette, inşaatta, atölyede çalışırken bile; ıslık eşliğindemutlaka bir ezgi tutuşturur diline ve bir şiir yerleştirir belleğine.İster mahzun, ister sevinçli kulvarda bulunsun fark etmez, bu onun vazgeçilmez tabii ruh formasyonudur.İşte, bunun en biçimlendirici ustası da, evvelemirde şairler ve ozanlardır. Diğer bir ifadeyle kendisini sözkonusu şiir sanatına hasredenlerdir.Bu cümleden neşet, şiirle anılan ve adeta şiirle özdeşlik arz eden, Samsun’un Vezirköprü ilçesinde şairler;“şiir” adlı güvercinler uçurdular, doğa harikası vezirler diyarının berrak semalarında.Bazen Şahinkaya kanyonunda pervazlandı şiir güvercinleri, bazen Kunduz Ormanlarında… BazenVezirsuyu Tabiat parkında kanat çırptılar, bazen bedestenin tarihi çatısında…Bazen de, ilçenin girişinde simgesel konumda şekillenen semaverdeki demli çaya aroma damıttılar, sözustaları.Kimler yoktu ki, etkileyici etkinlikte...Katılımcıların isimlerini, saymadan geçiştirmenin saygısızlığına inanarak, tek tek sayıyorumharmanlayarak.Ankara’dan TBMM’de görevli Vezirköprülü şair Aydın Yüksel, Hiciv şairi Kadir Orakçı, şair ve sanatçıNevzat Taşkıran, şair Dursun Ali Sağlam; Sakarya’dan, Samsunlu şair Ayhan Akgül, sanatçı Aysel Öksüz,Maral Akgül.Yine ilçenin renkli simalarından Âşık Rasim Genç, sanatçı Reşat Gümüş, sanatçı Mümin Üstün, şair HaticeTarkan, eğitimci-şair Mehpare Gökçe, eğitimci- şair Fatih Teker, şair Mehmet Ali Var.Kuzey Kıbrıs’tan şair Şeniz Akşahinler, Yalova’dan Sunucu ve yorumcu Ersin Hoşgeniş, Balıkesir’den şairve yorumcu Serkan Uçar; Kayseri’den radyo programcısı şair Halit Belgeli, Kahramanmaraş’tan gazeteci-şair Ahmet Süreyya Durna, Nevşehir’den "Peri kızı" mahlaslı Ayşe Paslanmaz, Niğde’den şair ve ozanEkrem Gül, Konya’dan şair Nuriz Gökmenoğlu, Haymana’dan yorumcu Hayali, Ankara’dan şair CananÖrenlioğlu, Manisa’dan şair ve yorumcu Ahmet Ormancı, Amasya’dan şair-yazar Mehmet Tozlu,İstanbul’dan şair Birgün Tekin, Sakarya’dan şair ve yorumcu Ersin Çetin Yılmaz, Ankara’dan özgünmüzik sanatçısı Metin Yılmaz Poyraz, sanatçı Berk Örenlioğlu ve neyzen Murat Dinçer.Özellikle Vezirköprü’de bir şiir şöleninin icrası yönünde gayret gösteren şair dostum Aydın Yüksel ve ekiparkadaşları; ülkemizi kasıp kavuran pandemi ve daha sonra deprem gailesiyle bu projelerini uzun zamandıraskıya almışlardı.Sağ olsunlar şiir ve sanata duyarlı Vezirköprü Belediye Başkanı İbrahim Sadık Edis’in de ivmekazandırmasıyla iki gün süren böyle bir etkinlik gerçekleştirildi.


Netice itibariyle ilgi ve alaka güzeldi. Zamanlama güzeldi. Çarşı ve pazarlarda günü afişe eden görselçalışmalar güzeldi. Disiplin ve yoğunlaşma güzeldi. Tarihi mekânlar güzeldi. Kanyon turu güzeldi. Endikkat çeken husus ise, dostluk ve kaynaşma güzeldi.Her hâlükârda güzelliklerin sarmalında ve şiir tadında tezahür eden bir etkinlikti doğrusu.Emeği geçen herkesi yürekten kutluyorum. Aynı ve benzerî platformlarda tekraren buluşmak üzere…30.08.2023Ahmet Süreyya DURNA

Sanat ve Sanatçı Yükümlülüğü

Sanat insanı ölüme hazırlar.

                                 Tarkovski

İnsan, çabuk sahiplenen bir yaradılışa sahip. Kazanımlarını sevinçle karşılar ve hiç kaybetmeyeceği zannı içten içe benliğinde durur. Bir eşe, bir evlada, bir eve, bir arabaya eriştiği zaman kendini tamamlanmış hissederken bir yandan da yeni şeylere sahip olma güdüsünü canlı tutar içinde. Hırs ve arzu insanı hiçbir zaman bırakmaz. Ancak madalyonun bir diğer yüzü daha vardır ki o da kaybetmek. Çünkü fani bir dünyada yaşıyoruzdur ve kaybetme riski, bizimle beraber olduğunu hep hissettirir. İnsan bunu hiç aklına getirmek istemez ama bu da içinin bir köşesinde yaşar durur. Çoğu zaman dünya hırsı bu duygunun üstünü örter, yok hükmüne getirir. İşte sanat bu duruma el koyar ve varlığın geçiciliğinin altını çizerek, insana ölümün kaçınılmazlığını hissettirir. Bir şiirin bir mısraında, bir oyunun bir tiradında, bir film sahnesinde, bir roman bölümünde bu dünyada varlığın yokluğa mahkûm oluşunu gösteriverir.

Bu doğruculuğu pek çok insanı sanata karşı mesafeli davranmaya iter. Derinliği olmasına rağmen faydasız bir şeymiş gibi davranılır sanata. Faydadan kasıt da her zaman maddiyattır. Ruhun kazanımlarının değerini bilmeyenler ya da bundan kaçanlar, varlığın peşinde ömürlerini helak ederler. Bir gün bir şeylerini kaybettiklerinde ise her şeylerini kaybettim hissine kapılırlar. Adam Philips: “Yas tutmak sadece bir kaybın kabul edilmesi olduğu için değil, kaybettiğimiz şeyin zaten hiçbir zaman sahibi olmadığımız bilgisiyle bizi yüz yüze bıraktığı için de acı verir” der. İşin aslı bu dünyada hiçbir şeyin sahibi değiliz ve bunu bilerek yaşamayı başarabilmenin yolu her şeyin sahibini unutmamaktan geçer.

Hani diyordu ya Necip Fazıl: “Sanat Allah’ı aramaktır” diye, işte o sanatın arayışı var mı yok mu anlamında değil, ona ulaşma yolunu inşa etmektir. Elimde olsa, bütün insanların bir sanat dalıyla ilgili olmalarını sağlamak isterdim. Bu illa ki üretme aşamasında olmalarını da gerektirmezdi, ilgilenmeleri bile benim için yeterli olurdu. Batan bir güneşin çizildiği tabloyu seyreden biri, gerçekten batan bir güneşi seyrederken onu nasıl yorumlayacağı konusunda daha hassas olur. Şiiri seven ve okuyan biri, dünyayı ve insanları bambaşka bir yürekle kucaklar. Bu iki örnek bütün sanatlar için geçerlidir. Zira istisnasız bütün sanatlar bir duygu ve bir saygıdan beslenir. Duygusuz ve saygısız bir sanatçı olamaz. Bunun aksini görürseniz, bu sözün değil o sanatçı tanımı yapılan insanda bir yanlışlık olduğunu düşünün.

Ahmet Hamdi Tanpınar: “Öyle insanlar vardır ki bir ömür boyu kendileriyle yaşarlar ama hiç kendileriyle karşılaşmazlar” tanımlamasını sanırım bu sanata mesafeli duranları gözlemleyerek yapmıştır. Çünkü ister sanatçı olsun, ister sanatsever mutlaka her şeyden önce kendinin farkına varanlardandır. Zira sanatın özü insanın kalbinden neşet eder. Sanat insan ile dünya, insan ile Allah arasındaki ünsiyeti kurmanın adıdır aslında. İnsan faktörü olmadan sanat icra edilemez. İnsanın dünyadaki en büyük hakikati ise bu dünyaya ait olmamasıdır. İnsan bu dünyada geçicidir, ölümlülüğü ise sadece bu dünyalıktır. Burada edindiği ve kaybettiği her şeyden sorumludur ve ölümsüzleştiği âlemde buradan götüreceği taksiratı belirleyici olacaktır. Bunu en iyi anlatanların başlarında sanat gelir. Duygusal zekâya sahip olanlar ayeti de hadisi de kalplerine indirirken zorlanmazlar.

Her ne kadar Goethe: “Dünya hassas kalpler için bir cehennem” dese de dünyaya hassas bir kalple bakmadan cennetin yolunu bulmak da mümkün görünmüyor. Sadece realist bir gözle bakarak kâinatın yaradılışındaki sanatı, dolayısıyla da en büyük sanatçıyı görmek mümkün değildir. İnsanda akıl ve duygu doğru orantıda beslenmezse, ortaya kabullenilmesi, teşhis edilmesi ve tedavi edilmesi zor olan hastalıklar çıkar. Bakınız, modern insanların ruh ve beden hastalıklarına…

Yazımızın sonu taşın sanatkârı Mimar Sinan’ı Ara Güler’in nasıl anlattığını yazarak bitirelim ki meramımız biraz daha iyi anlaşılsın: “Mimar Sinan var ya, o herifçi. Süleymaniye’ye gidiyorsun ya hani. Süleymaniye Camisi’ne giriyorsun. İşte o camiye girdiğin zaman sana Allah’ı gösteriyor. Budur mesele anladın mı? Sinan odur. Sinan, Allah’ı gösteren adam.” Evet, bu tarifte olduğu gibi sanatçı da Allah’ı insanların kalbine işleyen adamdır.

Sevgiyle kalın.

Yazmak üzerine

“Yazı yazmanın çok zor olduğunu, bu işin çocuk oyuncağı olmadığını” söyleyenler var. Elbette bu sözlerin doğruluk payı var.

Hani derler ya “söz ağızdan çıkıncaya kadar sahibinin esiri, ağızdan çıktı mı sahibi sözün esiri olur” diye? Ne kadar da isabetli bir sözdür. Ağızdan çıkan sözün geri alınması imkânı kalmamıştır artık. Duyan duymuştur ve alacağı dersi almış, sizin kendi hakkında neler düşündüğünüzü de öğrenmiştir.

Yunus Emre şöyle diyor:

“Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı

Söz ola agulu aşı balıla yağ ide bir söz.”

Yani “Söz olur savaşı bitirir, söz olur yaraya merhem olur, söz olur zehirli aşı

bal ile yağ eder” diyor günümüz anlatımıyla.

Söz uçar yazı kalır” deseler de artık sözün de kalıcı olduğunu ispata yönelik çalışmalar yapıldığını duydum.

Geçenlerde bir bilim-teknik yazısı okumuştum.  ‘Yıllar önce konuşulan sözleri bulup kayıt altına alma çalışmasından’ bahsediyordu. Bin yıl önce konuşulan sözler aslında uzay boşluğunda durmaktaymış. ‘Onların derlenip toplanıp birbirlerinden ayırma, tasnif etme, sözün sahibinin kim olduğunu araştırma çalışmasıymış’ bu. O yazıyı tekrar tekrar aramama rağmen bulamıyorum şimdi. Ben birkaç ay önce okuduğum yazıyı bulamazken, elin oğlu ‘on binyıl önce konuşulmuş olan sesleri bulup ortaya çıkarabilir miyim?’ çalışması yapıyor, helal olsun. 

Neyse konumuz o değil. Konumuz yazı yazmanın zorluğu ve güvenlik. Haydi sözü söyledin uçtu gitti... Arkasından atıp tuttuğun kişi de duymadıysa ,konuştukların bir ‘gammazcı’nın kulağına kadar da gitmediyse veyahut da o konuşmayı yaparken ‘yerin kulağına’ uzak bir mahalde isen şanslısın demektir.

Ya yazı öyle midir? Dedik ya ‘söz uçar, yazı kalır.” Ne yazdıysan hangi cümleleri kurduysan yazdıkların tapu senedi gibi her zaman her yerde karşına çıkabilir. İtiraz etme, inkâr etme şansın ortadan kalkıyor bu durumda.

Bu bakımdan yazdıklarına konuştuklarından daha fazla dikkat etmen gerekiyor. Başkalarının gururunu kıracak, itibarını düşürecek, ticaretine, siyasetine, memuriyetine, kişiliğine, ailesine, arkadaşlarına elhasıl bütün çevresine zarar verecek cümleler kurmamaya özen göstermen gerekiyor. Hedef aldığın şahsiyetlerin belgeye ve bilgiye dayanan kusurları bile olsa, bu toplumu ilgilendiren bir şeyse ilgili kurum ve kuruluşlara, şahsını ilgilendiren bir şey varsa bizatihi kendisine doğrudan iletmen gerekirken bunu kamuya ifşa etmen kişilik haklarına halel getirebilir.

Ayrıca yaşadıklarını yazmak, anılarını kayıt altına almak gelecek nesillere doğru bilgiler aktarmak, onların gelecekleriyle ilgili yön levhalarını oluşturabilir. BU yönüyle de yazmanın olumlu yanları vardır.

İçinde yaşadığımız tolumun diliyle yazmak, dilimizi en güzel şekilde yazıya dökmek onu kurum ve kurallarıyla işler vaziyette kullanmak da bizim asli vazifemiz olmaktadır.

Her şeyin iyisini, güzelini, kalitelisini edinmek isteyen biz insanoğlu, bu hayatın en önemli unsurlarından olan iletişim aracımız dilimizi de kullanırken azami ölçüde hassas olmalı, üslubumuzun karakterimizi ortaya çıkardığını asla unutmamalıyız.

Edip, yazı işleriyle uğraşan edepli kimse demektir.

‘Üdeba, Edibler, edebiyatçılar, edeb sâhibleri, zarif kimseler’den olalım inşallah.

 

Suriyeli ve Afganlı Göçmenler (!)

            Sevgili Sami YILDIZ  hocamızın göçmen sorunu ile ilgili yaptığı bir araştırmayı bizimle paylaşmasaydı bu yazı yazılmayacaktı.

            Ağır bir konudur; çünkü başlangıçta yalın  ve   doğrudan insanı, insanla muhatap etmek gibi bir yükü, bir metafizik boyutu vardır. Metafizik boyutu vardır; çünkü insan olduğunuz için önce merhametle donanmış olmanızı gerektirir. Merhamet nuruyla tanışmamış insanın göçmen(!)konusuyla ilgilenmesinde ne samimiyet vardır ne derinlik. Olsa olsa ilginiz sosyal medya küfürbazlarının yüzeyselliğine eş değer bir takıntıdır Çünkü bugünkü anlamıyla göç olgusunu anlayabilmek için siyaset bilimi, tarih, sosyoloji, psikoloji, hukuk, coğrafya gibi disiplinlerin hepsine birden ihtiyaç duyma zorunluluğumuz vardır.

            Bu konuyla ilgili epeyce çalışma yapıldığına şahit olmak sevindirici.(Örneğin Uşak Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Siyaset  Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetmeliği’nin 6.maddesini ‘’uygulamaya’’ yaptığı vurgu nedeniyle değerli buluyorum)  Diğer akademik çalışmaların da, kavramsal çalışmalarla birlikte  pratik hayattan alınmış ve uygulanmış sığınmacı örnekleriyle konuyu zenginleştirmesi beklenir ki; şehir efsaneleriyle zehirlenen Suriyeli veya Afganlı düşmanlığı sosyal medya cehaletinin insafına terkedilmiş olmasın.

             Ülkemizdeki göçmenler(aslında 2006 tarihli  Resmi Gazetede yayımlanan İskân Kanununa göre bu insanlara göçmen diyemeyiz. Çünkü kanun Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartını getiriyor. Başlıkta ki parantez ünlemi odur) Savaşın tahrik ettiği can pazarı bu insanları, seçeneksiz bırakmış ve bir yerlere  sığınmaya zorlamıştır. Yani ekonomik konforu hedef alan bir seçim yok ortada.

             Sığınmacılara hayatı kolaylaştırıcı disiplinler içinde  psikoloji, merkeze yerleşir kanaatindeyiz.(’’Mültecilerin göç alan ülkeye yerleşmelerinde ve uyumundaki başarı ve başarısızlıkları o ülkedeki hükümetlerin ve toplumun tutumlarına, göçmenlere destek programlarına ve göçmenlerin fiziksel ve ruh sağlıklarına yönelik kolaylaştırıcılara bağlıdır. (Sue 1977)’’Dünyada göç ile ilgili çok sarsıcı deneyimler yaşanmasına rağmen Türkiye’de benzer bir süreç yaşanmamıştır. Bunun  sosyal, kültürel ve siyasal sebepleri olduğu söylenebilir .Zübeyit GÜN-Türk Psikoloji Bülteni sayı:38 sf.27)

            Son 4-5 yıldır sataşma, aşağılama, küçümseme hatta hakarete varan psikolojik saldırıların küçük çaplı fiziki şiddete dönüşmesinde Ümit Özdağ gibi değil sığınmacı, ülkemiz insanını bile sevme nimetinden mahrum siyasi figürlerle, kurucu iradenin eğitim yoluyla beslediği Batı ajandalı Yahudi tipi milliyetçilik anlayışını saplantıya dönüştürmüş tiplerin sosyal medyadaki duruşlarının etkisi büyük olmuştur.

              Mültecilerin ülke ekonomisine yaptıkları katkı, ticari hayata getirdikleri canlılık  (örneğin sadece Gaziantepte Suriyeli iş insanlarının yaptığı 4 milyar dolarlık yatırım )ve sanayide ağır işleri yüklenimdeki tasarruf gibi maddi ve manevi getirileri hiç görmemezlikten gelerek sadece Batı ezikliğinin verdiği kompleksle Suriyelilerin şahsında kibirlerinden (!) dolayı tepeden baktıkları Arap toplumuna saydırdıkları şuur altı hezeyanlarının neye tekabül ettiğini biz, onları Mekke ve Medine hatıralarından  tanıdığımız Falih Rıfkı Atay kadar tanıyoruz.    

            Yazı uzadığı için kapatacakken İngiliz  Daily Expres’de bir yorumun ‘’Erdoğan’ın, mülteci konusundaki ilkeli duruşu ,siyasi çıkarlardan kaçınması ve mültecileri tamamen güvende olana kadar ülkelerine geri göndermeyi reddetmesi, onun insani değerlere olan sarsılmaz bağlılığının altını daha da çiziyor’’ tespitiyle yazının ikinci paragrafı bire bir örtüştüğü için böyle kapatayım istedim.  Gazete yorumun sağına ’İlk turda salladık, ikinci turda kazanacağız’’ diyen ve insanı gülümseten K.Kılıçdaroğlu reklamı koymuş. Selamlar.                   

 

Bilardo Sistemi

Ofsayt taktiğini icat eden Osvaldo Zubeldia’nın Estudiantes’ten öğrencisiydi, iki stoper ve bir liberodan kurduğu üçlü savunmanın kenarlarına 4-4-2’nin kanatlarını karşılayıp yine çizgiden topu hücuma taşıyacak çiftli yönlü bekleri kurgulamıştı. Bilardo’nun çıkış noktası, beklerle kanatları birleştirmekti. Bu sayede orta sahada ekstra oyuncuya sahip oluyordu. Bilardo’nun amacı, fazladan bir orta saha kullanarak Maradona’nın önünü açmak, merkezdeki 10 numaraya alan kazandırmaktı. 1984’te Bilardo’nun dizilişi 3-5-1-1 olmuştu.Bu sistemin dünya futbolunda terk edilme nedeni ise bugün ki rakibimiz,Ankaragücü’nün de oynadığı 4-2-3-1 sisteminin bulunmasıydı. Bu yüzden saha içinde fazla efor ve ikili mücadeleler kaçınılmaz olacaktı. Pozisyon gereği birkaç farklı dizilişte takımı görmüştük. Peki, biz hangi oyuncumuzun önünü açmak için bu sisteme geçmiştik. Bu sistem tutarsa etki gösterir fakat tutmaz ise farklı mağlubiyetler kaçınılmaz olur! Bekleyip göreceğiz…

Geçtiğimiz haftaki kötü futbol ve son 5 dakikada kaybedilen 3 puan ile radikal kararlar alınması gerektiğini yazmıştım. Teknik direktör Stanojevic, sistemde radikal bir değişiklik yaparak fazladan bir orta saha mantığıyla üçlü savunmaya dönmüştü. Maç öncesi kadrolar açıklandığında hocanın en azından bir şeylerin ters gittiğini anlayıp 3üçlü stoper dizilişi ile başlamasına saygı duymuştum. Kağıt üzerinde 4-3-3 gibi görünse de genel anlamda üçlü savunma ile oynamıştık.

Sağ stoperde Adil Sol Stoperde Calvo liberoda ise Uğurcan süpürücü olarak sırıtmadı. Ahmet Oğuz ve Guilherme kanatları etkili kullanmaya çalıştı. Gol ve Asistin bu ikiliden gelmesi olumlu anlamda skora yansıdı. Steven Nzonzi’nin yanının kalabalık olması onun performansını olumlu anlamda etkilemişti.

Aslında Stanojevic, Beşiktaş maçında oynayacağı sisteminde ipuçlarını bir anlamda vermiş oldu. Cikaleshi’nin geçtiğimiz hafta sakatlanması ise maçtaki en büyük handikaptı.

Konyaspor, fazladan bir orta sahayla, ön alanda rakibe baskı yaparak hataya zorladılar. Aslında Ankaragücü çıkarken kapılan toplar, biraz aceleci olmak yerine, akıl koyarak kullanılsa çok farklı şeyler olabilirdi. Ankaragücü’nün ilk atağında gol yenmesi, geçtiğimiz haftaki talihsizlikler oyundan düşürmemesi sevindirici kısımdı. Atılan golde Oğulcan’ın fakesi dengeyi bozmuş düzgün bir vuruşla Ahmet Oğuz skoru eşitlemişti. Bunun çalışıldığını ikinci yarıda Ahmet Oğuz’un ıskaladığı şutla anlamak zor değildi. Hakem genel anlamda vasat maç yönetse de Marlos’un pozisyonunda vermediği penaltıda ve Adil’e çaldığı, VAR’dan dönen yanlış penaltı kararı ile sınıfta kaldı. Oyuncular kıran kırana mücadele etmesine karşın kart sayısının az olması, sadece top oynayıp mücadele etmeye çalıştıklarının göstergesiydi.

Kalecimiz Bernardoni, her ne kadar yan toptan gol yese de, yan toplara özel olarak çalıştığını fark ettim. Daha öz güvenli ve toplara çıktığını görmek güzeldi.

Daha önce çalışılmamış, sezon öncesi denenmemiş bir taktik ile Ankara deplasmanından puanla dönmek, geçtiğimiz haftaki olumsuz havayı bir nebze olsun durdurdu. Ancak ikinci yarıda ki bol sıfırlı istatistikler sadece alınan puandan ötürü bu alanda yapacağım eleştiriyi erteledi. İstanbul takımları ile yapılan maçlarda, takımların vasat görüntüsünü pozitife çevirmek için bir fırsattır.  Alınan güzel sonuçlar özgüven açısından önemlidir. Çok zor bir maç olsa da vitrin maçında güzel bir oyun ve skor almak için umutlandık. Cikaleshi ve Muhammet’in sakatlığı ve Oliveria’nın oyundan çıkmasıyla fırsat bulan Emrehan verilen şansı mücadele olarak veremediğini düşünüyorum. Umarım çok çalışıp bizi şaşırtır. Ligin ilerleyen haftalarında bu şansları bulması çok daha zor olacak! Oyunda olduğu 20-25 dakikalık sürede sadece 1 pas verebildi.

 Prip çok vasat oyun sergiliyor. Umarım alışma sürecidir yoksa gerçekten Mehmet Ali’ye yazık oluyor… Gelecek hafta verilecek sınav, skordan bağımsız olarak, takımın yönünü belirleme de etkili olacaktır.

Maçın sözü: Tahammül etmek zafere ulaşmak için ilk şarttır.

 

Aykut hoca ve Ali Turan

Uzun süredir spor yazısı kaleme almamıştım. Ancak izlediğim Beşiktaş maçı bana bu yazının yazılmasını adeta mecbur etti.

Beşiktaş karşısında en tecrübesiz futbolcu olarak ilk 11’ de sahaya çıkan Mücahid’e varıncaya kadar 85 dakika boyunca çok iyi mücadele eden bir Konyaspor vardı.

Evet takımımız oyun olarak istediğimiz kıvamda değildi, istenilen şekilde pozisyonlara giremiyordu ama nihayet karşımızdaki takım Beşiktaş’tı ve ona ezilmeden mücadele ediyordu.

Yediğimiz iki gole de cevap veren ve son dakikalara beraberlikle giren bir Konyaspor vardı sahada…

Ne olduysa oldu. Her şey Ali Turan’ın son 8 dakika içinde oyuna girmesiyle oldu. Ali Turan’ın gireceğini görünce hemen eyvah dedim. Olacaklar içime doğmuştu sanki. Zira Ali Turan daha önceki maçlarda defalarca hatalar yapmış, buna rağmen kadroda sürekli yer almış bir oyuncu idi.

Ali Turan oyuna girdikten sonra kritik noktalarda iki defa topla buluştu. İkisinde de hata yaptı.

Birisinde 6 pas içinde düştü, top boşta kaldı. Orada bir Beşiktaşlı futbolcu olmaması durumu kurtardı. Şayet o bölgede bir Beşiktaşlı oyuncu olsa idi o pozisyonda da golü yemiştik.

Son dakikaya girilirken yaptığı hata affedilir gibi değil. Daha önceki maçlarda yaptığı hatalar da affedilir cinsten değildi ama her nedense Aykut hoca bir ders vermek yerine sürekli kadroda yer vermeyi tercih etti.

Ta geçen sezon Ali Turan’dan bir yarar sağlanamayacağını birkaç kez yazmıştım. Bu maça girerken eyvah demem boşuna değildi. Bunu ben görebiliyorken, bunu herkes görebiliyorken şayet Aykut hoca göremiyorsa tekrar bir değerlendirme yapmasında fayda var.

Bunun bir hata olduğu kasti olmadığı söylenebilir. Kasti olsa zaten yapılan ihanet olur. Bizde kasti olduğunu söylemiyoruz ama bunca hatasına rağmen bir oyuncuya bu kadar şans verilmesi çok fazla…

Adam dışarıda bir beklesin. Maça tekrar çıkmaya iştiyak duysun. Hatalarını gözden geçirsin. Kendini düzeltsin. Olumlu gelişme olursa hak ederse tekrar kadroya girsin.

Bütün hatasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi kadroda yer almaya devam ederse o da kendini gözden geçirme fırsatı bulamaz ve hatası gittikçe büyür. Nihayet böyle oldu. Bu futbolcuyu kazanmak değil kaybetmektir.

Sonuçta takıma yazık oldu. Konyaspor’umuza yazık oldu. Konya’mıza yazık oldu. Emeklere yazık oldu.

Konyaspor; 3 maç içerde, 3 maç dışarda olmak üzere son 6 maçtır kazanamıyor. Son 6 maçta, 2 yenilgi, 4 beraberlikle sadece 4 puan toplayabildi.

Artık olan oldu. Bundan sonra toparlanma zamanı. Aykut hocanın Konyaspor’u daha önceki şanlı günlerine geri götürmesini canı gönülden arzu ediyor, bekliyoruz. Başarılar Konyaspor.

Annelik

Geçen gün komşum Huriye teyze ile sohbet ederken bana başından geçen ilginç bir olayı anlattı. Olay baya bir ilgimi çekti…
Bende bu ilginç olayı sizlerle paylaşmak istedim…
İlgimi çekti diyorum çünkü son günlerde yaşanan bazı olaylarla zihnimde ilişkilendirmeme neden oldu bu olay…
İki hafta önce komşum evlerinin bodrum katında hamile bir kedi görmüş iki gün sonrada mutfağın penceresinin önünde gün boyunca aynı kedinin doğum yapmış olduğunu ve sürekli miyavladığını görünce de herhalde karnı aç ondan diye düşünmüş…
Neyse o günün akşamı arka odada bulunan kapağı açık kalmış dolabın içinden el yüz havlusu alacakken bir şeylerin hareket ettiğini fark edince korkmuş ve hemen eşine haber vermiş…
Eşi de gelip bakmış birde ne görsün dört tane yeni doğmuş birkaç günlük kedi yavruları…
Tabi çok şaşırmışlar bu duruma nereden nasıl geldi bunlar buraya diye…
Çok geçmeden anlamışlar ki; kedi bodrum katta doğum yapmış komşum evde yokken de hava alması için açık bırakılan mutfağın camından yavrularını daha güvenli bir yere yani o dolabın içine taşımış…
Camın kapalı olduğunu görünce de resmen açın camı diye yalvarmış yavruları için…
Lafa gelince de hayvan işte der geçeriz…
Hayvan da olsa insan da olsa annelik evrenseldir…
Anneliğin dini dili ırkı insanı hayvanı olmaz annelik bambaşka bir şey…
Tabi insan, üstün olarak yaratılmış varlık. Annelik ise bu üstünlüğünde üstünde ama şu sıralar bunu unutmuş ve bir kedicik kadar olamayan anneleri de görmek mümkün toplumda…
Ne demek istediğimi az çok anlamışsınızdır…
Anne var adı hayvan ama yavruları için çırpınan. Anne var adı insan ama yavrusunu sokağa bırakan. Birde anne var oda insan evladı olmayanın karnını doyuran…
Evet, Nisa Mihriban bebekten bahsediyorum…
Tamam, olayın iç yüzünü bilmiyorum günah almak da istemem ama ne olursa olsun bu bir caniliktir bunun başka bir açıklaması yok…
İnsan ne kadar çaresiz olursa olsun bu caniliği bu bahaneyle örtbas edemez…
Bu ülkede bir otorite var, bir sosyal devlet var. Devlet vatandaşını böyle bir caniliği yapmaya asla mecbur bırakmaz…
Zira devletin himayesinde bulunan nice yavrucaklar var nice anneler var…
Buna rağmen Nisa bebeğin yaşadığını yaşayan birçok bebek var olmaya da devam ediyor ne yazık ki…
Ana babanın hatasını günahsız yavrucaklar çekiyor olan onlara oluyor…
Herkes evlat sahibi olabilir lakin gerçek anne baba olmak hele hele gerçek annelik bambaşka bir şey…
Allah ıslah etsin böylesi anneleri diyorum başkada bir şey demiyorum diyemiyorum…
Ama şunu da söylemeliyim ki; toplumda ahlaki düzen bozulmaya devam ettikçe insanı insan yapan vicdan, merhamet, edep en önemlisi de Allah korkusu yok olup gidiyor maalesef…
Allah sonumuzu hayretsin ne diyelim…

TE’VÎLÂTÜ’L-KUR’AN’ ın Türkçeye Tercümesi’nden NOTLAR -11-

10. CİLT’ten Notlar 

* “Firdevs” Bir izaha göre Rumca bir kelime olup bahçe dernektir. Allah (c.c.) cenneti değişik isimlerle anmıştır. Bunlardan bir kısmı Adn, Naîm, Me’vâ, Firdevs’tir. [İsimleri çok olmakla birlikte] gerçeklikte cennetler tektir. Çünkü “Adn”  kelimesi ikamet yeri demektir. Naîm, verilen nimet, Me’vâ da aynı şekilde ikamet yeri demektir. Sonra Firdevs, Adn, Me’vâ bunlar naîm, yani nimetlerdir. Bazı rivâyetlerde Hz. Peygamber’den (s.a.) şöyle hadis nakledil­miştir: “Firdevs, cennetin en yücesi, tam ortası ve en güzel yeridir”. Eğer bu rivâyet sabit ise o, bahsedildiği gibidir. (s.20)

* Allah’ın insanı yaratmış olmasının sadece ölüm için değil “Sonra da kıyâmet gününde tekrar diriltileceksiniz” [Mü’minûn, 23/16] buyruğunda bildirildiği üzere hesaba çekmek amacıyla diriltmek için olduğunu söyleriz. (s. 28)

* “Heyhâte heyhâte” [Mü’minûn, 23/36] bir işin olmasının uzaklığını ve inkârını ifade için kullanılır ve “uzak ki ne uzak!” yani asla olmayacak iş demektir. (s. 42)

* Resûller de diğer insanlar gibi emir ve yasaklarla imtihan edilirler. (s. 50)

* “Verdiklerini, Rablerine dönecekleri inancından dolayı kalpleri ürpererek verenler…” [Mü’minûn, 23/60] Bu âyette şöyle bir işaret de vardır: Nasıl ki günah işleyen günahından ötürü korku içinde olursa, taat içinde olan da itaatinde Allah’tan bir korku içinde olur. Hz. Âişe’den (r.a.) bu yönde bir rivâyet bulunmaktadır. O bu âyeti Hz. Peygambere (s.a.) sormuş ve “Bu âyette sözü edilenler içki içenler, hırsızlık yapanlar ve zina edenler midir?” demiştir. Hz. Peygamber cevap olarak: “Ha­yır! Onlar oruç tutanlar, namaz kılanlar, sadaka verenler ancak bu halde iken yaptıkları ibadetlerin kabul edilip edilmediği konusunda kaygı duyanlardır. Onlar hayır işlerde yarışırlar!” buyurmuştur. “Kalpleri ürpererek” anlamına gelen kavl-i celîlin bu şekilde değil de, “Kalpleri, Rab’lerine ne ile/nasıl döne­cekler, saîd olarak mı yoksa şakî olarak mı? diye korku içinde olurlar, şeklinde yorumlanması da mümkündür. En doğrusunu Allah bilir. (s. 57)

* Bazıları şöyle demişlerdir: “Berzah”, iki sûra üfleyiş arasında olan zamandır. Bazıları da “Berzah” ölüm ile yeniden dirilme arasında geçecek olan zamandır, demişlerdir. Bu, Kelbî ve Katâde’nin görüşleridir. Mücahid ise şöyle demiştir: Berzah, ölüm ile dünyaya yeniden dönme arasına konulan engeldir. İbn-i Kuteybe ve Ebu Ubeyde ise şöyle demişlerdir: Berzah, dünya ile ahret arasında olan dönemdir. Onlar İki şey arasında kalan her şey berzahtır, demişlerdir. Ebû Avsece: “İki sınır, yani dünya ile ahiret arasında kalan zamana berzah denir demiştir. Yine o, berzah, düz araziye denir demiştir. Berzahın aslı, hâciz, yani iki şeyi birbirinden ayıran engel demektir. (s. 87)

* Kabir azabının hissedilmesi uyku halinde iken vücuttan ayrılan idrak edici ruhun (nefs-i derrâke) bir halet-i ruhanîye şeklinde hissetmesi olup, insanın biyolojik canlılığını sağlayan ruhun hissetmesi şeklinde değildir. Bu aynen uyku halindeki birinin rüyasında kendisini bir belâ ve sıkıntı içinde gör­mesi ve şiddetli korku içinde olması ve kendisini daha önce bilmediği, hakkın­da bir haber duymadığı bir mekâna atılmış görmesi gibi olur ve onda canlıların belirtileri olur. Buna göre kabir azabının insana hayat veren biyolojik canlılık anlamına gelen ruh ile değil de eşyayı idrak edici/kavrayıcı ve hissedici ruh ile olması söz konusudur. (s. 96)

* Allah, her ne kadar iki cihanda da mâlik ise kendisini özellikle “Din gününün sahibi” [Fatiha, 1/4] diye nitelemesi, o gün mülkünde hiç kimsenin kendisine ortak çıkmasının söz konusu olamayacağı içindir. Dünyada iken mülkte ortaklığa yeltenenler olabilir. Ama o günde mülkün sadece ve sadece O’na özgü olması böyle bir nitelemeyi hikmetli kılmıştır. (s. 99)

* “Bağış­lasınlar, hoş görsünler” [Nûr, 24/22] mealindeki beyanla [yüce Allah] affetmeyi ve görmezden gelmeyi, bağışlamayı ona [Peygamber aleyhisselâma ve ona inanlara] emretti. Yani size kötülük yapanın yaptığını unutun ve bağışlayın, hatta onun yaptığı kötülüğe karşı sizin onu bağışlamanızı da anmayın, onun hatasından bahsetmeyin. Çünkü affın belirtilmesi başa kakmak gibi gö­rülmüştür. Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın.” [Bakara, 2/264] Çünkü başa kakma ve bu şekilde in­citme sadakayı boşa çıkarır. (s. 151)

* İktidarsız ya da iğdiş edilmiş olsa bile bir erkeğin yabancı bir kadınla baş başa kalması caiz değildir. ( 173)

* Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeteniniz hemen evlensin! Çünkü o gözü daha iyi sakındırır ve iffeti daha iyi korur. Kimin de gücü yoksa o zaman oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkan olur.” Yine rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ömer’e “Kızlarını ne yaptın?” dedi. “Onlar yanımdalar yâ Resûlallah!” diye cevap ver­di. Hz. Peygamber “Onlar ergenlik yaşına geldiler mi?” dedi. O, “Evet!” dedi. Hz. Peygamber “Sen onlardan birini dengi olan birinden alıkoyar ve evlenme­sini geciktirirsen mutlaka her gün sevabından bir kırat eksilir!” buyurdu. Bazı haberlerde de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bir kimsenin çocuğu evlilik çağına gelir ve onu nikâhlama imkânı da bulunur, buna rağmen onu evlendirmez de çocuğu bir günah işlerse günah aralarında ortak olur.” (s. 179)

* Zenginlik ve bolluk fesada, darlık ve yoksulluk da fesattan alıkoymaya sebep olabilir. Yahut bunlardan birinin diğerine üstünlüğü konusunu hiç ele almamak gerekir. Zira her ikisi de kulların kendisi ile sınandığı hallerdir: Şunlar fakirlik ve darlık yüzünden sabır ile ötekiler de zenginlik ve bolluk yüzünden şükür ile sınanmaktadırlar. Bu itibarla bunlardan birinin diğerine üstünlüğünü konuşmak lüzumsuz bir kelâm etmektir. (s. 183)

* Mümin, kendisine fitnelerden hiçbir şey dokunmadan ecir kazanabilir, bazen da fitnelerle imtihan edilir de Allah onu sabitkadem kılar. O şu dört hal üzere bulunur. Belâya mâruz kalırsa sabreder, verilirse şükreder, söyledi mi doğru söyler, hükmetti mi adaletle hükmeder. O diğer insanlar arasında ölülerin kabirleri arasında yürüyen bir diri gibidir. Nur üstüne nur. O beş nur içinde döner dolaşır; sözü nurdur, ilmi nurdur, girişi nurdur, çıkışı nurdur, kıyamet gününde cennete varışı nurdur. (s. 192)

* Kâfirler kıyamet gününde yüzüstü kapanmış halde, sürünür bir vaziyette olacaklardır. Müslümanlar ise ayakta, dik ve düz halde yürüyor olacaktır. (s. 213)

* Bazı fakihlerimiz Ebû Hanîfe’nin ihtilam olmaması halinde ergenlik yaşının on sekiz olarak belirleme şeklindeki görüşünü destekleme bağlamında şöyle demişlerdir: Çünkü oğlan çocukların­da ihtilam olma ortalama on beş yaşına ulaşmaları halindedir. Onlar belki bu yaştan önce ihtilam olurlar, belki de ergen olmaları bu yaştan daha sonra olur. Mâruf olana göre âlimler on iki yaşından küçük olanların ihtilam olmama­sı, on iki yaşına ulaşınca da ihtilam olmasının ihtimal dâhilinde kabul ettiler. Bu durumda ihtilaf edenler arasında ortalama yaş olarak kabul edilen on beş senenin üzerine, on iki yaşında ergen olma ihtimaline binaen nasıl ki üç sene ilâve varsa üç sene eklediler. [Yani en son 18 yaş dediler.] (s. 229)

* Yoksul ve ihtiyaç sahibi biri peygamberlik görevine liyakatte zengin ve varlıklı kimselerden daha elverişlidir. Çünkü insanlar zengin, mülk ve saltanat sahibi kimselere zaten tâbi olurlar. Eğer Hz. Peygamber (s.a.) zengin, varlıklı, mülk ve saltanat sahibi biri olsaydı o takdirde sırf Hakka hak olduğu için uyanlarla araları ayırt edilemezdi. Fakir ve kendisi muhtaç biri olması halinde bu ayırım kolaylıkla yapılabilir. Ancak sahip olduğu mal mülk ve saltanat peygamberliğinin alâmeti ise -Dâvûd ve Süleyman peygamberlerde olduğu gibi- o takdirde hükümranlık -duasında da olduğu gibi- onun risâletinin mucizesi olur. “Rabbim!” dedi, “Beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana.” [Sâd, 38/35] (s. 255-256)

* İlim öyle bir izzettir ki onunla zillet asla bir arada bulunmaz. O, sahibine asla horlanma ve kahır getirmez. (s. 268)

* Yüce Allah kâfirlerin amellerini bir keresinde savrulmuş toz zerrecikleri, bir defasında kül, bir defasında serap, başka bir yerde kuvvetli yağmurun üzerindeki toprağı silip süpürdüğü yalçın kayaya benzetmiştir. Buna mukabil müminlerin amellerini de sabit, sağlam ve benzeri niteliklerle anlatmıştır. (s. 274)

* “Aksine onlar, başka değil, hayvan sürüsü gibidirler.” [Furkan, 25/44] Bazıları dediler ki: Onlar [kâfirler] hayvanlar gibidir, çünkü onların bütün kaygıları aynen hayvanların kay­gıları gibidir; yemekten ve içmekten başka bir şey düşünmezler, bunun dışında başka bir dertleri yoktur. Hayvanların akıbetleriyle ilgili herhangi bir düşün­celeri yoktur. Buna göre kâfirler bu yönden aynen hayvanlar gibidirler. “Hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.” [Furkan, 25/44] Birtakım yorumcular “daha sapkındırlar” ifadesi hakkında dediler ki: Çünkü hayvanlar Rablerini ve yaratıcılarını bilir, O’nu lisân-ı hal ile anarlar, oysa kâfirler ne Rab’lerini tanırlar ne de O’nu anarlar. Yahut “onlar daha sapkındırlar” çünkü çocuk edinme, şerik (ortak) isnadı gibi Allah’a lâyık olmayan birtakım yakıştırmalarda bulunurlar, ibadette O’na başkalarını ortak koşarlar. Oysa hayvanlar bunlardan hiçbir şeyi yapmaz, bu itibarla onlar kâfirlerden daha üstündür. Bazıları dedi ki: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü hayvanlar yola sokulduğu zaman yol boyunca gi­derler, oysa kâfirler kendilerine hidâyet edilip doğru yola çağrıldıkları halde hidâyeti bulup da yola girmezler, davete icabette bulunmazlar. Bu itibarla onlar daha sapkındırlar. Yahut şöyle denir: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü kâfirler hem kendileri saparlar hem de başkalarını yoldan çıkarıp saptırırlar, oysa hay­vanlar öyle değildir. (s. 291)

* Yağmura rahmet denilmesi, Allah’ın rahmetinin eseri olması sebebiyledir. Aynı şekilde cennete de rahmet denilmektedir, çünkü oraya giren ancak O’nun rahmetiyle girecektir. (s. 294)

* “Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler.” [Furkan, 25/72] Bazıları dedi­ler ki “lâ yeşhedûne’z-zûra” yani “asılsız şeye şahitlik etmezler”  cümlesinden maksat “zûr” mekânına uğramazlar demektir. “Zûr” ise müziktir. Buna göre âyet “onlar müzik icra edilen mekânlarda bulunmazlar” anlamındadır. Bazıları da şöyle yorum­lamışlardır: “Zûr”a şahitlik etmezler, “Zûr” da yalan demektir. Buna göre âyet “Yalancı şahitlik yapmazlar” anlamındadır. (s. 318)

* Hasan-ı Basrî dedi ki: Vallahi bir Müslüman kul için çocuklarını, çocuklarının çocuklarını ve yakınlarını Allah’a itaatkâr görmekten daha sevimli bir şey yoktur. Ve dedi ki: Onları Allah’a itaatkar görürüz de buna sebep gözlerimiz aydın olur. (s. 320)

* Bazı müfessirler şu açıklamayı yapmıştır: Firavun, [Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların] ellerini ve ayaklarını kesmek, asmak gibi tehdit etmiş olduğu işkenceden bir kısmını onlara fiilen uygulamıştır. Ne var ki âyette onlara yönelttiği tehditleri gerçekleştirdiğine dair bir açıklama bulunmamaktadır. O yüzden biz yalana düşme korkusuyla bu gibi açıklamalara girmiyoruz. (s. 344)

* “Ezlefekallah”, Allah seni kendisine yakın etsin anlamındadır… “ez-Zülef” konaklar ve menziller demektir. Çünkü konaklar yolcuyu gideceği yere yaklaştırır. (s. 348)

* “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır…” [En’am, 6/160] Bu beyanda “Kim iyilikle gelirse” denilmiş, “Kim bir iyilik işlerse…” denilmemiştir. Bu da belirttiğimiz gibi amellerin makbul olabilmesi için kişinin dünyadan tevhit üzere göçmesi, işlediği hayırları bozmaması şartı olduğunu gösterir. (s. 358)

* “Mercum” taşlanarak öldürülen demektir. Öldürmenin en şiddetlisi recimdir. (s. 367)

* Peygamberler, Allah’ın izni olmadan, helak olmaları için kavimlerine beddua etmezler. Görmez misin ki, Allah, Yûnus peygamberi kendisinden izin almadan kavmi arasından çıkıp gittiği için azarladığını bildirmiştir. O, izinsiz çıkması sebebiyle azarlandığına göre, bir peygamberin kavminin helak olması için izinsiz bir şekilde beddua etmesi muhtemel değildir. (s. 367)

* “Va’z” işin sonunun nereye varacağını kâh korkutarak kâh müjdeleyerek bildirmek, öğüt vermek demektir. (s. 375)

* Musa kıssası ve diğer peygamberlere ait kıssalar kitapta [Kur’anda] değişik yerlerde farklı lafızlarla, değişik şekillerde, bir takım takdim ve tehirlerle anlatılmıştır Bundan da maksat şahitlik, bilgi aktarımı vb. konularla ilgili pek çok ahkâmda lafızların harfi harfine korunmasının gerekmediğinin, aktarırken mananın korunmasına odaklanmak gerektiğinin anlaşılmasıdır. (s. 416)

* Kendisine bir haber gelen kimsenin görevi, o konuda –haberin yanlış ya da yalana ihtimali bulunması halinde- hak ve hakikat ortaya çıkıncaya kadar beklemesidir. (s. 440)

* Yüce Allah’ın nesneleri var edip bu âleme bahsedilen faydala­rı yaratması, ayrıca bütünüyle bu âlemi yaratması insanları sınamak içindir; bundan dolayı onlara emirler vermekte, birtakım yasaklar getirmektedir. Son­ra sonucu almak için onlara bir âhiret (akıbet) âlemi tayin etmiş ve orada itaat edeni ödüllendirecek, isyan edeni ise cezalandıracaktır. Eğer böyle bir akıbet (sonucun alınacağı öbür dünya) olmazsa o zaman bütün bu yaratmalar abes olurdu ve hiçbir hikmeti olmazdı. Çünkü bir binayı yapan, ondan elde etmek istediği bir yarar olmaksızın sırf onu yıkmak ve yok etmek için yaparsa, o za­man yaptığı işi hikmetten uzak ve tamamen anlamsız olurdu. Aynı şekilde evrenin yaratılması da böyledir. Eğer amaçlanan bir akıbeti olmayacaksa o da hikmetten yoksun ve anlamsız olacaktır. Âyetler, onlara inananlar ve tasdik edenler içindir. Onlara inanmayan ve tekzip edenler için ise lehlerine değil aleyhlerine âyetler olacaktır. (s. 487)

* Biz Allah’ın belirttiği üfleme, sûr gibi şeyleri şudur ya da budur diye açıklama yoluna gitmiyoruz. Ya da onun şu ya da bu olduğuna işaret anlamına gelecek bir söz de etmiyoruz. Ama bun­larla ilgili olarak Hz. Peygamber’den bir açıklama (tefsir) gelmişse o takdirde o doğrultuda açıklama yapılır. Hem bu, ameli gerektiren bir konu da değildir ki bundan dolayı onun sıhhatini ya da çürüklüğünü ortaya koyma külfetine girelim. Bu sadece tasdiki gerekli olan bir haberdir. Bu itibarla “nefh”, yani üf­leme ve sûr hakkında nasıl geldi ise öyle kabul ediyor, onları açıklama yoluna gitmiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. (s. 489)

Üretim Bağımsızlık İlişkisi

Üretkenlik, iktisadi kalkınmanın en önemli motoru olduğu hepimizce bilinir. Meşru ve mübah olan her şeyin üretilmesi, ihtiyaç olduğu kadar aynı zamanda bir vatandaşlık görevidir. Köylünün ürettiği ürünler, şehirlinin icra ettiği ticaretler, sanayicinin çevirdiği çarklar bütünüyle iktisadi kalkınmanın bir gereğidir. 
İktisadi kalkınma, milli gelirin yükselmesine vesile olan en doğru yoldur. Milli gelirin yükselmesi, dünyadaki refahın sağlanmasına katkı sağladığı inkar edilemez. 
Her türlü üretkenlik ve iktisadi kalkınma, dünya hayatının refahı yanında ebedi hayatı kazandıracak bir yola vesile oluyorsa büyük bir nimet olur. İşte “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver...” ayetindeki dua bunu ifade ediyor. 
Fert ve devlet zenginliği güç, kuvvet olup adaleti, içtimai yardımlaşmayı, mütevazılığı sağlıyorsa; arkasından özellikle Allah’a kul olmayı getiriyorsa ne kadar şükretsek azdır. 
Haram yollarla yapılan veya harama götüren üretkenlik, dünyada kalacağı gibi ebedi hayatı zindana çevireceği izahtan varestedir. 
Üzerinde durulması, konuşulması oldukça önemli olan bu konu ehli tarafından daha iyi izah edileceğinden eminim. 
Aslında benim ifade etmek istediğim hedef nokta bu değildir. Şüphesiz devlet ricali, iktisatçılarımız,sanayicilerimiz bu konunun önemini çok iyi biliyorlar. Benim özellikle vurgulamak istediğim nokta iktisadi kalkınmanın bağımsızlıkla bağlantılı olduğunu söylemektir. Gücümüz varsa vatanımızı başta olmak üzere her türlü kutsalımızı müdafaa edebiliriz. Ayasofya’yı açar her türlü iç ve dış terörü önleyebiliriz. Evimizde rahat uyur normal hayatımıza devam edebiliriz. 
Güçlü değilseniz iç ve diş canavarlara yem olmaktan başka bir yol olmadığı tarihi hadiselerle ispatlanmıştır. Onun içindirki Allah cc bizi bu konuda özellikle uyarıyor. Hatta şöyle emrediyor:“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.”Enfal 60. 
Şüphesiz zaman ve zemin neyi gerektiriyorsa ona göre güçlü ve hazırlıklı olmak zorundayız. İşte güçlü olmanın yolu da iktisadi kalkınmadan geçer. Onun için Türkiye’nin her tarafında bulunan sanayici kardeşlerimize, üretici köylümüze ve güçlü olmamıza katkıda bulunan herkese müteşekkiriz. Özellikle son zamanlarda devlet ricalimizin silahlanmaya verdiği önemi takdirle karşılıyoruz. “Kuvvetli mümin zayıf müminden hayırlıdır” hadisindeki mesaj oldukça önemlidir. 
Bu arada her üretici kardeşimize hatırlatmakla mükellef olduğumuz bir noktayı belirtmek isterim. Doğruluk,kalite,sözde durma,haram-helal ölçülerine dikkat etme ve özellikle Allah’a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirme ilkelerinden ödün vermeyelim. Allah’a emanet olunuz. 

Bağınız her daim açık mı?

“Dost bağına sebepsiz girilmez” şeklinde Anadolu İrfanı’nın mihenk taşlarından olan bir söz var.

Söz önce bakımlı ve verimli bir bağ olmanızı sonra da kapı ve gönlünüzü herkese açmanızı salık veriyor.

Üzüm veren asmalarınız, meyve veren ağaçlarınızla dolu olan bir bağ gibi olmalı insan.

Size geleni hoş sefa ile karşılayıp, sizi tercih ettikleri ve yaratılışın gereği iyilik yapmanıza vesile oldukları için teşekkürlerle uğurlamalısınız.

Sema eden Mevlevi derviş gibi Hakk’’ın bağına indirdiği nimetleri bir eliyle alırken diğer eliyle halka sunmalıyız.

Arayan her telefona bakmalı, çalan her kapıyı açmalı ve insanların taleplerine cevap vermeliyiz.

Bu her talebi yerine getirebileceğimiz anlamına gelmemeli.

Ama muhataba halife olan insan değerini verip, o duyguyu ona geçirip yerine getiremiyorsak niye getiremediğimizi harika bir iletişimle, en güzel cümlelerle izah etmeliyiz.

Sadece hizmet için kabul edilmesi gereken milletin emaneti olan makam ve mevkilere gelen bir kısım insanlar kısa süre içerisinde nefsin/egonun balon gibi şişirmesiyle kendilerini dağ zannediyorlar.

Arayan, kapılarını çalan insanlara dönmüyorlar, ilgilenmiyorlar.

Bu Allah’ın en sevmediği pozisyonu izah ederken “tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olamamış” masalına sığınıyorlar.

Allah katında bize imtihan için verilen şeylerin maddi hiçbir kıymeti ve değeri yoktur.

O, verdiği emanetlerle bizim iyi veya kötü insan olduğumuzu ölçüyor.

Ve bizzat kendisi “ben size şah damarınızdan daha yakınım” (Kaf, 50/16) ve “dua edin cevap vereyim” (Mümin, 40/60) ayetleriyle bize ne yapmamız gerektiğini öğretiyor.

Dünya tümüyle araçlardan ibaret olup amaç ahreti kazanmaktır.

Ahireti araçsallaştırıp dünyayı amaç edinenlere yazıklar olsun!

Mekke aristokrasisi ile muhatapken kendisiyle muhatap olmak isteyen gözleri görmeyen (engelli) bir sahabe olan Abdullah bin Mektum’dan yüz çevirdiği için Hz. Peygamber (s.a.v.) Allah tarafından uyarılmadı mı?

Abese suresi ilk ayetlerini sıklıkla okuyarak açalım gönül bağlarımızı.

Telefonla arayan her sesi, kapımıza gelen her nefesi Hızır bilelim ve onlara öyle içten davranalım olmaz mı?

Muhatabını Hızır, yaşadığın geceyi kadir bilirsen eğer;

Temas ettiğin her kişi Hızır, yaşadığın her gece Kadir olur buna inan.

Şu kısa dünyada baki bir hayatı kazanmak için Allah’ın sana ikram ettikleriyle donattığın bağınız 7/24 herkese uzaktan ya da yakından hep açık olsun olur mu?

Kıymetli dostlar!

Yazıyı okuduysanız bir de 75 adet özgün videomun yer aldığı 7/24 açık bağımı teşrif için You Tube kanalıma https://www.youtube.com/channel/UCxYBmpeDKEVdEnsAPwjV7sg  adresini tıklayarak “abone” olabilir misiniz?


Is your vineyard always open?

There is a saying that is one of the cornerstones of Anatolian Lore: "The vineyard of friendship cannot be entered into without a reason."

The Word advises you to first be a well-groomed and productive vineyard, and then to open your doors and hearts to everyone.

A person should be like a vineyard full of grape-bearing vines and fruit-bearing trees.

You should welcome those who come to you and send them off with thanks for choosing you and allowing you to do good as required by creation.

Like a Mevlevi dervish who performs the whirling dance, we should take the blessings God has sent down to his vineyard with one hand and present them to the public with the other.

We must answer every phone call, open every door that knocks, and respond to people's demands.

This does not mean that we can fulfill every request.

But if we cannot give the interlocutor the human value of the caliph, convey that feeling to him and fulfill it, we must explain why we cannot do so with a great communication and the most beautiful sentences.

Some people who come to positions and positions entrusted to the nation, which should only be accepted for service, soon think that they are mountains due to their self/ego inflating them like a balloon.

They do not respond to people who call or knock on their doors, they are not interested.

While explaining this position that Allah dislikes most, they take refuge in the tale of "the rabbit was offended by the mountain, but the mountain did not know about it".

The things given to us as a test in the sight of Allah have no material value or value.

He measures whether we are good or bad people by the trusts he gives us.

And she herself teaches us what we should do with the verses "I am closer to you than your jugular vein" (Qaf, 50/16) and "Pray and I will answer" (Mumin, 40/60).

The world consists entirely of tools and the aim is to gain the afterlife.

Shame on those who use the afterlife as an instrument and aim for this world!

While dealing with the Meccan aristocracy, the Prophet turned away from Abdullah bin Maktum, a blind (disabled) companion who wanted to talk to him. Wasn't the Prophet (pbuh) warned by Allah?

Let's open our hearts by reading the first verses of Surah Abese frequently.

Let's consider every voice that calls on the phone, every breath that comes to our door as Hızır, and treat them sincerely, shall we not?

Your interlocutor is Hızır, if you can appreciate the night you live;

Believe me, every person you come into contact with becomes Hızır and every person you experience becomes Kadir.

In order to gain a lasting life in this short world, can the vineyard that you have equipped with what God has given you be open to everyone, from near or far, 24/7?

Dear friends!

If you have read the article, can you also "subscribe" to my You Tube channel by clicking https://www.youtube.com/channel/UCxYBmpeDKEVdEnsAPwjV7sg  to honor my 24/7 open link, which includes 75 original videos?

 

ŞİİRLER YARIŞIYOR

Dünden bugüne ve geleceğe kadar; şiir bitmeyecektir. Şuur varsa şiir vardır. Şehir varsa; şair vardır, şiir vardır, şiar vardır. Şiir, olaylara duygu yüklenerek, ölçü, kafiye, ayak ve duraklarla bir anlam kazanır.

“ŞİİRLER YARIŞIYOR” adıyla bir yarışma programı başlatılacağını duyunca; “KON TV. Yine bir ilke daha imza atıyor” diye düşündüm. Konya’mızdan Türkiye’ye uzanan bir kültür çağrısı, şairlere verilen önem, şiirlerin ulusal bazda topluma yansıması…

İlk program 22 Eylül Cuma akşamı saat 21.40’da başladı. Programın başlamasını dört gözle bekledim. Fakat aksilik olacak ya, o güne ve o saate kadar normal çalışan televizyon çalışmaz oldu. Saat de geç olduğu için televizyoncu çağıramadım. Yani bu programı, çok istememe rağmen takip edemedim o esnada. Fakat sonra sosyal medyadan izleme şansım oldu. Şairlerin performansı, şiire hakimiyeti, kendilerine güvenleri, okudukları şiirler gerçekten duygularımızı kıyama kaldırdı.

Her şiir yazanın, her şairin mutlaka böyle programlara katılması kaçınılmazdır. “Dereceye giremem, ilk etapta elenirim, benim şiirimden ne olacak, bana mı kalmış yarışmaya girmek…” demeden açılan her yarışmada boy göstermek yararlı olur. Yarışmalarda elense de, dereceyi hak etmese de, yarışmaya şiir göndermiş olmak bile bir çalışmadır. Yılmadan, üşenmeden, bıkmadan, morali bozmadan devam edilmelidir. 

Mesela bu aciz kardeşiniz her yarışmaya şiir gönderir, şimdiye kadar hiç birisinde dereceye giremedi. Bu yarışma için de şiir gönderdim, elemeden geçemedi. Olsun, tekrar gönderdim, göndereceğim. Yarışma devam ettiği sürece şiirlerim yarışma hakkı kazanmasa da, derece almasa da, yoluma devam edeceğim.

“Yahu benim şiirlerimi neden yarışmada değerlendirmeye almıyorlar? Benim neyim eksik? Mutlaka yarışmada dereceyi ben hak etmeliyim…” gibi akıl ve mantıktan uzak halet-i ruhiye içine girmedim ve girmem. Neden mi böyle diyorum; ilk günkü yarışmada okunan güzel şiirlerden dolayı.

Dereceye ve yarışmaya giremeyen şairlere tavsiyem; yazmaya devam edin, durmayın, en iyisini, en güzelini elde edinceye kadar. Kapıları kapatmayın, mutlaka bir gün gelir kapılar açılır. Durmak yok şiir yazmaya devam. Hiç olmazsa şiir kitabınız olur. Hiç olmazsa; “Ben de şiir yarışmalarına girdim” dersiniz. her ey ödül mü? Her şeyde aferin almak gibi lükse sahip miyiz? Hayat; bunlardan mı ibaret?            

Teşekkürler Kon Tv, teşekkürler jüri üyeleri, başarılar kıymetli şairlerimiz.     

                   Şair 

Gönül volkanından kaynayan alev,

Aşık duygusuyla oynayan alev,

Mecnun’u Leyla’yı paylayan alev,

Hayata bir başka bakıyor şair!

 

Soğuk havalarda kor gibi yanan,

Umutsuz canlara muhabbet sunan,

Bülbüller misali güllere konan,

Ölmez dostluklara akıyor şair!

 

Kalplere dokunur gündüz ve gece,

Meşk meclislerinde erilen güce,

Derin manalıdır sözleri yüce,

Şiirle sevgiler dokuyor şair!

 

Bahar mevsiminin açan çiçeği,

Ruhlara rayiha saçan çiçeği,

Dilârâ kalpleri seçen çiçeği,

Dertli sineleri yakıyor şair!

 

Dünyayı evreni Hak kitabını,

İnsana yönelik Rab hitabını,

Ayı yıldızları âfitabını…

Kâinat mektubu okuyor şair!

 

Elestü bezminde verdiği sözle,

Kulluk deryasına girdiği sözle,

Alemi şefkatle sardığı sözle,

Canlara sevgiler ekiyor şair!

        Şairlerim Ölünce! 

Edipler yok olunca ülkeler öksüz kalır,

Cihan gözyaşı döker şairlerim ölünce,

Fikir dona kalınca ilkeler köksüz kalır,

Hüzün ayyuka çıkar şairlerim ölünce!

 

Sazlar manasızlaşır ozanlar çoraklaşır, 

Şiirler elem taşır yazanlar çoraklaşır,

Resim anlamsızlaşır çizenler çoraklaşır,

Sanata keder akar şairlerim ölünce!

 

Lisanlar tutulur da fikirler yetmez olur,

Cümleler sonuç vermez rehberlik etmez olur,

Düşünce iflas eder anlamlar katmaz olur,

Kafiye boynun yıkar şairlerim ölünce!

 

Kirpikleri ıslanmış boynu bükük heceler,

Kalemler yazmaz olur çözülmez bilmeceler,

Saatler eşke durur bitmez artık geceler,

Vezinler yaslı bakar şairlerim ölünce!

 

Diriliş şiirleri onsuz yetim kaldılar,

Güçlü pınarlarımız artık akmaz oldular,

Sevenleri hüzünlü gözyaşıyla doldular,

Satırları öz yakar şairlerim ölünce!

 

Bitirir sürgününü sevdiği Hakka uçar,

Merhamet çınarında umut çiçeği açar,

Özenilen şarkının mısralarını seçer,

Hasret türküsü okur şairlerim ölünce!  

 

Emanet

OZAN GÖZÜYLE

OZAN SÕZÜYLE

               Aşık Ataroğlu

 

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

Sevgili dostlar, bu muhabbetimiz de emanet üzerine olsun istedim. Nedense biz millet olarak hatta insanlık olarak bu emanet konusunu ya anlayamadık yada anlamak istemiyoruz. Bir türlü içimize sindiremedik.

Bence insanın eğitiminde en önce verilecek ders emanet olmalı. Ana dilimiz gibi emanetin ehemmiyetini öğrenmeliyiz. Annenin babanın en önemli görevi olmalı bu emanet duygusunu evladına kazandırmak. Ama tabi duyguyu kazandırmak kendi yaşantılarıyla tezat teşkil etmemeli.

Bu duygu ve alışkanlık eğitimine okullarımızda daha da şumullü olarak devam edilmeli ve kazandırılmalı.

Bir japon atasözünde derk ki " Bize bu vatan atalarımızdan miras kalmadı, gelecek nesillerden emanet aldık"

Bu pencereden bakarak vatanımız bayrağımız cumhuriyrtimiz kültürümüz(gelenek görenek örf adetlerimiz  edebiyata eserlerimiz vb.) elimizde bulunan her şeyimiz gelecek nesillerin emanetidir.

En baştan çocuklarımız oyuncaklarını kırıyorsa, okul sıralarını kirletiyor çiziyorsa okul eşyalarına zarar veriyorsa emanet eğitimini almamış demektir.

İleriki yaşlarda çalıştığı kurumlarda da aynı sorumsuzluğuna devam ettiğini düşünün. Düşünün felaket olur değilmi. Zaten de olmuyormu. Çalıştığı fabrikayı zarara uğratanlar hatta yakanlar, yine çalıştığı kurumu babasın malı sanıp kendi menfeatına kullananlar aramızdan çıkmadımı halada devam etmiyorlarmı.

Şimdi biraz da en önceye gidelim. İnsanın ilk yaratılışına. Biz kendi kendimize olmamışız bizi en güzel şekilde yaratan ve ilkimizede Adem diyen bir yaratıcımız var. O da Allah.

Ne bedenimizin var oluşunda nede Dünyanın üzerindeki emrinize verilen her bir şeyin var oluşunda bizim bir sermayemiz yok. Sermaye Onun, onun kârı bizim. Tabi zararıda bize ait.

Senin ruhunu yaratıp üzerine bu bedeni giydiren sahibin, var oluştan bu yana daima rehberler ve kullanma kılavuzlarını da göndermiş.

Demiş ki sana verilen her şey emanet gönderdiğim rehbere birde kullanma kılavuzu verdim. Rehberden bu kılavuzun içinde yazanları öğren ve daima kılavuzu yanında taşı. Dünya hayatında neyi nasıl yapacağını bu kılavuza göre yapacaksın. Gün gelecek emanetini geri alacağım hesabıda o zaman görürüz demiş.

İnsanlığın yaratılışından bu yana ilk insanı kendi kendine ve çocuklarına rehber tain ettikten sonra binlerce rehber göndermiş ve son olarak ta bizlere Hz. Muhammed Mustafa'yı(s.a.v) rehber olarak göndererek hayat ve kulluk klavuzumuz olarakta Kuranı vermiş.

Dostlar bu konuda yazılacak çok şeyler var ama ben sözü şuraya getirmek istiyorum.

Şu anda tüm Dünyayı sarsan bir Çorana virüsü var.Bütün Dünya milletleri bu virüsle kalkıyor bununla yatıyor. Haberlerin hepsi virüs üstüne. Her kafadan tavsiyeler yorumlar. Ayrıca komplo teorileri. Bundan sonra yaşantı şöyle olacakmış böyle olacakmış.

Dostlar Dünya veya yaşantı sağ kalanlar için nasıl olur kimsenin bileceği bir şey değil.İnsanların komplo teorileri varsa Allah'ın değişmez kaderi var. Allah'ın indinde her şey biliniyor ve işleyiş ona göre gidiyor.

Eee Ataroğlu sen işi bitirdin yani hiç bişey yapmıyalımmı der gibisiniz. Asla öyle bir şey demiyorum. Tabi ki üzerimize düşeni yapacağız.

Hemen kullanma klavuzumuza ve rehberimizin tavsiyelerine baktığımızda zaten çok açık .

Ne buyurmuş efendimiz rehberimiz "Bir yerde veba varsa oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba varsa da oradan da çıkmayınız"

İşte sana talimat uymalısın. Daha başka dinimiz ilim dinidir. Doktorların ve bilim adamlarının tavsiyelerine uyacağız. O zamanlar veba şimdi Corona. Geçen çağlar içinde nice virüsler, bulaşıcı hastalıklar çıkmış binlerce insan can vermiş.

Bunların hepsinden yaratan haberdar. Onun izni olmadan hiç bir şey çıkamaz. O dilemezse kimse bir şey dileyemez.

Dostlar muhabbetimizin başında konuşmuştuk ya bu beden bize emanet biz emaneti korumakla görevliyiz. Ölümün ne zaman nerde ne şekilde geleceğini bilemeyiz.

O zaman yapacağımız bütün korunmaları Allah'ın emri olarak yapmalıyız. İşte o zaman hareketleriniz ibadet hükmüne de geçiyormuş.

Vazifeni yap tevekkül et.

Haa, kendi emanetimizi korurken başkalarının emanetine de saygılı olmalıyız çünkü onunda hesabını bizden soracaklar.

Dostlar araya birde fıkra koyalımda hem düşünelim hem de birazcık gülelim.

Babayla oğlu deniz kenarına kamp yapmaya gitmişler. Çadırlarını kurup eşyalarını yerleştirmişler.

Akşama kadar yüzmüşler spor yapmışlar zamanı gelince de yatmışlar.

Gece bir ara baba uyanmış ki yıldızlar görünüyor. Hemen oğlunu kaldırmış demiş bak bakalım yukarıda ne görüyorsun bir değişiklik varmı.

Oğlu yıldızları görüyorum baba deyinca babası tekrar sormuş. Nasıl olmuş bu iş. Oğlu başlamış anlatmaya demiş , Astronomi ilmine göre yıldızlar birer güneştir onlardan galaksiler oluşur falan derken babası ensesine yapıştırmış.

Demiş ulan salak oğlum görmüyormusun çadırı çalmışlar.

Sevgili dostlar inanın çoğumuzun üzerimizdeki çadırdan haberimiz yok ahkam kesiyoruz.

Anlayan ne anlarsa anlasında ben bir ozan olarak muhabbete bir şiirle son vereyim.

Sağlıcakla kalın.

EMANET 2

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

 

Emanetin sahibi var

Odur bize en güzel yar

Yeşil ova karlı dağlar

İniş yokuş düz emanet

 

Karun kadar malın olsa

Evin Barkın altın dolsa

Hesabı var nasıl olsa

Çok emanet az emanet

 

Geçen ömrüm bunca yaşım

Elim kolum ayak başım

Dilim dişim gözüm kaşım

Aynadaki yüz emanet

 

Dört mevsim gelip geçecek

Herkes ektiğin biçecek

Onlar bir mevsimlik çiçek

Torun oğlan kız emanet

 

Ataroğlum gönül eri

Emanete ver değeri

Benim sinem yangın yeri

Ocak onun köz emanet

VEYİS ERSÖZ HOCA’YI “İYİ BİLİRDİK…

Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate dönerek “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurladık.

Veyis Ersöz Hoca’mızı en son olarak Aydoğdu semtindeki evinde 4 Haziran 2018 Pazartesi günü ziyaret ederek elini öpmüştüm. Daha önce de Salih Sedat Ersöz Bey’in evinde Konya Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Dr. Mustafa Güçlü ve üyeleriyle birlikte hatıralarını dinlemiştik. Konya Aydınlar Ocağı, Yazar Veyis Ersöz için Şükran Gecesi düzenleyerek ve teşekkür plaketiyle taltif ederek büyük bir vefa örneği göstermişti. O gecede de kendisinden hayatıyla ilgili çok anlamlı ve düşündürücü, genç nesillere ışık tutan hatıralar dinlemiştik.

Merhaba Gazetesinde 1994’ten 2001’e kadar yazı işleri müdürü olarak görev yaptığım süre içerisinde yazılarını bazen elden, bâzan de görev yaptığı Konya İlim Yayma Cemiyeti’nden bir başkası vasıtasıyla gönderirdi. Elden getirdiği zaman yazısını okur, beraber mütalaa eder ve memleket meseleleri hakkında konuşurduk.

Ziyaret ettiğimiz günden elli dört gün sonra vefat haberini aldığımda; “İmanla yaşadı, imanlı öldü!” dedim. Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate döner ve “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurlarken de oğlu Ömer Ersöz’ün dediği gibi Velhasılı Kelam Güzel Yaşadın, Güzel Öldün” deme makamındayız.

Kabri nurla dolsun, mekânı cennet olsun ve Rabbim bizleri de cennetinde cem eylesin.

 

allaha-ismarladik.jpg

Veyis Ersöz Hoca imanlı bir şekilde iyi yaşadı, imanıyla birlikte iyi bir şekilde aramızdan ayrıldı.

Kendisinden pek çok hatıra dinledim. Hânesine gittiğimde duvarda asılı duran levhada şu güzel hadisi şerif yazılı idi:

“Allah’ım! Dünyada bize iyilik ver. Ahirette de bize iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Veyis Hoca, yazılarında devamlı olarak iyiliği emreder, kötülükten sakındırarak kötülere karşı savaş açardı. 

Televizyon izlerken, gazete okurken ya da ya da herhangi bir yerden geçerken görmek veya duymak istemediğiniz birçok şeyle karşılaşırsınız. Fakir insanlar, cinayetler, toplu kıtaller, katliamlar, açıkça haksızlığa uğrayan ama hakkını arayamayan kişiler, kavgalar, sataşmalar, küfürler, incitici ve aşağılayıcı sözler, çekişmeler, tartışmalar, çeşit çeşit menfaat uğruna çıkartılan huzursuzluklar, zorbalıklar ve daha birçokları.

Elbette siz de herkes gibi huzur ve güvenlikli, hiç kimsenin bir diğerine zarar veya tedirginlik vermediği, insanların barış ve dostluk içinde yaşadıkları, birbirlerinden daima güzel, övücü, saygı ve sevgi dolu sözler işittiği bir toplumda yaşamak istersiniz. Elbette diğer bütün insanlar gibi siz de televizyon kanallarını değiştirdiğinizde, gazete sayfalarını çevirdiğinizde veya işinizde, evinizde, ailenizle birlikteyken hep güzel ahlâka sahip, neşeli, candan, dürüst, saygılı, sevgi dolu, hoş sohbet insanlar görmek, hep müjdeli ve güzel haberler duymak istersiniz.

Barışın, huzurun ve güven ortamının hakim olduğu bir toplumda yaşamayı samimi olarak isteyenler arasında ortaya koyduğu kitapları, yazdığı makaleleriyle Veyis Ersöz’ü gördüm, hayatını anlattığında mücadele dolu, zulme karşı çıkan zâlime asla alkış tutmayan onurlu ve zorlu bir kaleme şahitlik yaptığımı söyleyebilirim.

Muhit ve çevrenize baktığınızda olayları akıl, vicdan ve sağduyu ile değerlendirdiğinizde, yukarıda sıraladığımız bütün bu güzelliklerin insanlar arasında hakim olması için çalışan, bütün vaktini, imkânlarını ve enerjisini buna vakfeden insanların var olduğunu fark edeceksiniz.

veyis-ersoz-2.jpg

İşte Veyis Ersöz de vakıf bir insan olarak karşımızda duruyor.

O halde size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmeliyiz.

İçinde bulundukları refahın, huzurun peşine düşen zulmedenlerden, suçlu ve günahkârlardan olmamak adına; yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi iyi insanlardan olmalıyız.

Unutmayınız ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.

Unutmayın ki zulme rıza göstermek, yeryüzünde durmak bilmeyen kötülüklere karşı ses çıkarmadan seyirci olmak, herşeyi balkondan seyretmek, zulmün ta kendisidir.”

 

AZİZİM DİYOR Kİ…

Veyis Ersöz Hoca, en son verdiği pozunda bizlere el sallıyordu. Yâni bize ve sevdiklerine; “Allahaısmarladık, hoşça kalın, elveda…” diye mesaj yolluyor.

Gerçek ahiret yurduna imanlı bir şekilde göçen Veyis Hoca’m!

Güle güle…

Nûr içinde yat.

Yoldaşın Peygamberimiz olsun.

Kutlu Doğum

    Rol modelimiz Muhammedül Emin Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin dünyayı şereflendirdiği zaman dilimindeyiz.  Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) örnek hayatını öğrenerek, hayatımızı O’nun gösterdiği doğrultuda yaşamalıyız. Muhammed-ül emin, âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz rehberimiz, önder ve örneğimiz 12 Rebiul Evvel (20 Nisan) 571 yılında Mekke de dünyaya gelmiştir. Dünya ya teşriflerinden bu güne kadar 1452 sene geçmiştir. Bu sene-i devriyesinde her zaman olduğu gibi O’nu yeniden anmanın hazzını ve şerefini yaşamaktayız. Salıyı/Çarşambaya bağlayan 26/27 Eylül gecesi, Mübarek Mevlid Kandilidir. Mükemmel canlı örnek, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), dünyayı bu gece şereflendirmiştir. Doğumu vesilesiyle her zaman olduğu gibi O’nu yeniden anmanın hazzını ve şerefini yaşamaktayız.

    Âyet-i Kerîmelerde: “(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi âyet:107)  “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed Sûresi âyet:33) “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Ali İmran Sûresi âyet:31 “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” “Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil (Rehber) olarak  (gönderdik).”(Ahzâb Sûresi âtyet:45-46) “Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler,  şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ Sûresi âyet:69) “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab Sûresi âyet:21) buyurulmuştur.

     Hz. Peygamberin, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numunesidir. Resûlullah’ın hedefi; insanlığa amelî kaideler öğretip, bu kaideleri kendi uygulamaları ile göstermektir. Hayatımızın her döneminde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’i örnek alarak, güzel ahlâk sahibi olarak hayatımızı Kuran ve Sünnete uygun olarak yaşamalıyız. Kısacası; Allah ve Resulünün emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmalıyız. Kuran’ı Kerimi en iyi anlayan ve yorumlayan kişi muhakkak ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) dir. O, kendi nefsinden, heva ve hevesinden konuşmaz, vahiyle konuşurdu. Hakkında Vahiy olmayan hususlarda istişarelerde bulunur, şahsi görüşlerini ifade eder, çıkan sonucu uygulardı.

  Öncelikle Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatı ile ilgili eserleri kendimiz okuduğumuz gibi evlatlarımıza, yakınlarımıza da okutup, O’nun rol model örnek hayatını tam ve doğru olarak öğrenip, O’na uygun bir hayat yaşamalıyız. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bir günlüğüne de olsa evimize misafir gelse, ne yaparız acaba hiç düşündük mü? Evimize gelmesine çok sevinip, mutlu olmakla beraber, sıkıntıya gireceğimiz de aşikârdır diye düşünüyorum. İbadet ve taâtimiz ile her günkü yaklaşımımız içinde, aynen diğer günlerde yaptığımız alışkanlıkları, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yanında devam ettirebilir miyiz? Elbette ettiremeyiz. Âlemlere nur, huzur ve sürur getiren o yüce önderimiz, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile beraber olduğumuz anda saatlerce TV karşısında diziden diziye geçip izleyebilir miyiz? İbadetlerimizi bu birliktelik anında terk edebilir miyiz? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Bize düşen, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in her birimizin evine her gün misafir gelmiş gibi düşünüp, yaşayışımıza, söz, eylem ve davranışımıza her an, her zaman dikkat etmek olmalıdır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, sözüyle, özüyle bizlere en güzel rol model örnek olmuş büyük bir şahsiyettir. Çocukluk döneminde bile dürüstlük, güvenilirlik ve olması gereken tüm olumlu vasıflara sahip olmuştur. Müşrikler tarafından bile “Muhammed-ül Emin” olarak anılmıştır. Dost, düşman herkes O’nun bu güzel özelliklerle dopdolu olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bizlerde hayatımızın her döneminde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’i örnek alıp yaşamalıyız. Kısacası; O’na tabii olmalıyız.

     Dünya hayatı ahiretin tarlasıdır. Dünya hayatında ne ekersek, ahirette onu bulacağız. Bu dünya hayatında iyiliklerle dolu bir hayat yaşayanların gerçek âlemde cezaya çarptırılmaları mümkün değildir. Mü’min olarak yaşayanlar, gerçek anlamda nimetlere kavuşacaklardır. İslâm’a uygun olmayan bir hayat yaşayanlarda yaptıkları yanlışların bedelini ceza olarak göreceklerdir. Mahşerde, hesap günü mahcup olmak istemiyorsak, hayatımızı Kuran ve Sünnete uygun yaşamalıyız. Ailemizi ve evlatlarımızı, çevremizi her türlü kötülüklerden uzak tutmalıyız. Sözler Peygamberimiz(s.a.s.)’ i anmaktan ve övmekten acizdir. Bizler, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bahsederek O’nu övmüş olmuyoruz. O zaten Allah (c.c.) tarafından övülmüştür. Sözlerimize O’nun ismini katarak,  Allah (c.c.)’ın Rızasına ulaşmak istiyoruz.  Sözlerimi yazmış olduğum Naat-ı Şerifi aktararak tamamlamak istiyorum:

          NAAT-I ŞERİF

Ümmeti, Ümmeti der baş öğretmen önderim,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

Sancağının altında olmak gayem liderim,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Hak, Batıl mücadelen durmadan hep sürecek,

Yaptığın mücadele gönüllere girecek,

Her insan yaptığının zerresini görecek,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Peygamberim, seninle aydınlandı gönlümüz,

Daim Kur’an Sünnettir değişmez tek yolumuz,

Muhammed Ümmetinden Rabbimizin kuluyuz,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Kur’an ve sünnete tabi olup yaşarız,

Rehberliğinde hayat bulup durmaz taşarız,

Sünnetine sarılıp yarınlara koşarız,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Mekke ve Medine de yaptıkların, canlanır,

Ravza-i Mutahhara da kalp heyecanlanır,

Gönül tortularımız seninle aydınlanır,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Hep adaleti hakim kılmak için varoldun,

Müşrikler ile cihad ederken çok yoruldun,

Haklı mücadelenle gönüllere kuruldun,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Tevhid mücadelenle putlar yıkılıp söner,

Şirk’ten uzak Kâbe de Müslümanlar hep döner,

Allah’ın âyetleri aydınlık için iner,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

 

Güzel ahlâkın daim rol modeldir bizlere,

Mahşerde bağışlatman dermandır hep dizlere,

İki cihan güneşi nurunla doğ yüzlere,

Sana İman edenler Cennetlerde gülecek.

Ömer LÜTFİ ERSÖZ        

     Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i rol model, örnek alarak yaşayan Mü’minlerden olmamız duası ile sıhhat ve afiyetler dilerim.

omerlutfiersoz@gmail.com

 

Avustralya'da Cuma İzni

Cuma tartışmaları, beni 36 yıl öncesi yaşadığım bir olaya götürdü. Avustralya Melbourne'de din görevlisiyim. Amerikalıların kurduğu tam kapasiteyle çalışan ve otomobil üreten Ford Motor Company’de Türk işçileri de çalışıyor.
Dini inanç ve ibadet özgürlüğüne önem veren Avustralya'da işçilerimiz, Cuma günleri Camiye gelip namaz kılmak istiyorlar lakin Ford Fabrika yönetimi mesai saatlerinde dışarı çıkmalarına izin vermiyor. Ancak, vakit namazlarını münferiden içeride kılmalarına izin veriyorlar...
Sorunu çözmek için Broadmeadows Türk İslam Cemiyetimiz devreye giriyor ve Müslüman işçilerin Cuma namazı saatinde Fabrika dışına çıkmasına izin verilmesini talep eden bir yazı gönderiyor. Gerekçe olarak da, Cuma namazının camide kılınmasının farz ve zorunlu, vaktinin de belli ve sınırlı olduğu bildiriliyor.
Fabrika yönetimi önce talebi olumlu karşılıyor fakat izin vermek için Türkiye'deki uygulamayı soracaklarını, çalışanlara orada nasıl bir düzenleme yapılıyorsa burada da aynısını uygulayacaklarını belirtiyorlar.
Büyükelçilik kanalıyla yapılan yazışmalardan sonra Ankara'dan gelen cevap herkesi şaşırtıyor:
"Türkiye Cumhuriyeti Laik bir Ülkedir. Çalışma saatleri dini kurallara göre düzenlenemez. Çalışanlar için Türkiye'de Cuma namazına özel bir izin uygulaması yoktur."
Fabrika yönetimi gelen yazıyı Cemiyet yetkililerine göstererek: "Sizin ülkenizde uygulama böyleyken bizim yapacağımız bir şey yok" diyerek üzüntülerini bildiriyorlar.
Gelen bu yazıya rağmen Cemiyetimiz işin peşini bırakmıyor, ısrarını sürdürerek ikinci bir yazıyla, “Fabrikada sadece Türk işçilerinin bulunmadığını, diğer ülkelerden de Müslümanların bulunduğunu” belirtip uygulamanın o ülkelerden de sorulmasını talep ediyor.
Sonucu merakla bekleyen Cemiyet yöneticileri ve işçiler, bir süre sonra Fabrika yönetimince Cuma namazı için belli saat aralığında izin verildiğini sevinerek öğreniyorlar. Türkiye’den izin çıkmasa da, halkı Müslüman olan diğer ülke büyükelçiliklerinden gelen müspet cevaplar, Fabrika yönetimini ikna etmiş ve bütün Müslüman işçilere Cuma namazı için izin çıkmıştır artık...
Bu gelişmeden sonra, ben de Cuma hutbelerinin dilinde değişiklik yapma ihtiyacı duymuştum. Daha önce Türkçe hazırladığım hutbeleri, diğer ülke Müslümanlarının da camiye gelmesiyle Türkçe, İngilizce ve Arapça olarak üç dilde hazırlamaya başladım. Artık Broadmeadows Camii sadece Türklere hitap eden bir mabet değil, olması gerektiği gibi her coğrafyadan Müslümanlara hitap eden, her etnik kökenin rahatça gelip ibadet ettiği, tanışıp kaynaştığı bir İslam Merkezi olmuştu.
Yaşadığım bu olayın analiz ve yorumunu yazıyı okuyanlara bırakarak konuyu burada noktalamış olayım.

EY BENİM EFENDİM

Her şeye gücü yeten, kuvvet, kudretin tek sahibi Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini akıl, iz’an, idrâk ve firasetiyle bulan, putlara asla ibadet etmediği için ateşlere atılan ve  “Ey Rabbim! Onlara senin ayetlerini okuyacak, kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek, zürriyetimden bir  Peygamber gönder”  diye dua eden Rasûlü Âzam İbrahim (a.s.) ın neslinden gelen, yaratılmışların en şereflisi ey benim Efendim…

“Ben Allah’ın bir elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberin de müjdeleyicisiyim” sözleriyle İsa (a.s.) ın  haber verdiği, yıllarca hasretle yolu gözlenen ve “ben babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annem Âmine’nin rüyasıyım” buyuran şanlı Ahmed-i Muhammed ey benim Efendim…

Oğlu İsmail’i Allah’a adayan İbrahim (a.s.) ın bu adağına karşılık; “Babacığım; görevini yerine getir, İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek büyük bir teslimiyetle  bıçağın altına yatan ve kayaları parçaladığı halde boğazını kesmeyen bıçağın altında iken; “Kes babacığım, Allah’ın emrini uygula” diye haykıran, geçtiği büyük imtihandan başarıyla geçen İsmail (a.s.) ın torunu olarak yeryüzünü şereflendiren son Peygamber ey benim Efendim…

Bu olaydan yüz yıllar geçtikten sonra, İbrahim (a.s.) ın rolünü Abdulmuttalip, İsmail (a.s.) ın rolünü de oğlu Abdullah üstlenmişlerdir ve Abdullah, babası Abdulmuttalip tarafından Allah’a kurban olarak adanmıştır. İsmail’i kurban olmaktan kurtaran Allah, Abdullah’ı da kurtarmış ve Abdullah’ın oğlu olarak yeryüzüne Muhammed adında bir güneş göndermiştir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in neslinden Abdullah’ın oğlu olarak dünyaya gelen ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa, zulümlerden saadete, düşmanlıklardan kardeşliğe ulaştıran ve atası İsmail ile babası Abdullah’ın Allah’a kurban olarak adanmalarını hatırlatarak “ben iki kurbanlık babanın oğluyum” buyuran ve nefislerin Allah yolunda kurban edilmesini emreden Peygamberler güneşi ey benim Efendim… 

Mekke’de kudretli Kureyş topluluğuna karşı tek başına mücadele ederken, yapılan bütün makam, mansıp, kadın, para ve liderlik gibi dünyalık tekliflere; “Bir elime ayı, diğer elime güneşi verseniz ben yine de dâvamdan vazgeçmem”  diyerek dâvasına olan sadâkatını, bağlılığını ve ahde vefasını ortaya koyan Nebilerin önderi ey benim Efendim…  

Kendisini dinlemeyen ve anlamayan Mekke müşriklerinden farklı bir yerde tebliğ görevini yerine getirmek ve uzattığı Rahmet eline karşılık bulmak ümidiyle Taif’e giden, ancak ne yazık ki buradan da taşlanarak çıkarılan ve Cebrail (a.s.) ın yaptığı, isterse Taif’in yerle bir edileceği teklifine, büyük bir sabır ve merhamet örneği göstererek; “Bunlar gerçeği bilmiyorlar, Allah bunların neslinden İmanlı bir topluluk getirir” diyen Rahmet Peygamberi ey benim Efendim…

Zerrelerden kürrelere kadar her şeyi yoktan var eden ve idare eden, en büyük güç kuvvet sahibi Yüce Allah’ın diğer Peygamberlere ayrı ayrı verdiği özelliklerin tümünü birden ihsan ettiği Habibullah, Hâtem-ül Enbiyâ ve Rahmeten lil Âlemin olan ey benim Efendim… 

Yüce Allah’ın, insanlığı yarattığı günden itibaren yeryüzüne gönderdiği 124 bin Peygamberin hiç birisine nasip etmediği İsra ve Miraç olayını büyük bir mükâfât olarak lütfettiği ve bir gecede Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya oradan da semaya ve kendi katına yükselterek nice sırlar bahşettiği Nebiler Nebisi ey benim Efendim…

Kâinatın Yüce Hükümdarının huzurunda dahi ümmetini unutmayan ve Yüce Allah’ın; “Ey Peygamber! Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun” şeklindeki hitabına karşılık; “Selam bizim ve Allah’ın bütün iyi kulları üzerine olsun” diyerek en büyük, en muhteşem, en muazzam huzurda iyi ve salih kulları anan, onlara dua ve niyazda bulunan, Yaratıcının sevgilisi ey benim Efendim…

En yüce, En mükerrem ve en mübeccel huzurdan namaz hediyesi ile ayrılan, ümmetini de miracın rahmet ve faziletinden mahrum bırakmak istemeyerek, “Namaz Mü’minin miracıdır” buyuran ey sevgili, en sevgili ey benim Efendim…                               

En güzel kul ve en büyük Rasûl olan Mü’minlerin efendisi ve önderi, ey Muhammed (s.a.v) ! Senden sonraki yüz yıllar içinde gelip geçen çağın Nemrutları, Firavunları ve Deccalları Seni bize unutturamadılar, Unutmadık Seni Ya Rasûlullah… Emirlerini yeterince yapamasak da, bıraktığın Kur’an ve Sünnet yolundan sapmalar yapsak da unutmadık Seni… Senin getirdiğin hayat nizamına ve koyduğun ölçülere tam riayet etmesek de, unutmadık lâtif, lasîf ve ruhumuza huzur veren ismini… 

Senin kurduğun saadet nizamından uzaklaşmış olsak da unutmadık kutsal yolculuğun olan miracını… Senin hayat sistemini uygulamasak da unutmadık kutsal yürüyüşün olan hicretini…

Zamanımızda her ne kadar Senin sünnetini ve mübarek sözlerini unutturmak isteyenler, sünnetlerine ve hadislerine karşı olanlar olsa da Senin ilkelerine bağlı olan bizler unutmadık Seni Ya Rasûlullah.

Unutmadık seni, unutmadık, unutmayacağız Ya Rasûl… Şefaatine muhtacız, “Ümmeti” diyen sesine ve Rahmet dolu yüreğine muhtacız. Tut elimizden ey sevgili… Sancağının altına al bizleri de ey Rasûl, ey Nebi, ey benim Efendim…                                             

 ŞEREF VERDİN EFENDİM

1452 yıl önce bir kutlu doğum gerçekleşti. Bütün âlemin karanlıklara büründüğü yıllar idi. Yeryüzünün huzur ve saadetten mahrum, insanlığın hak, adalet ve faziletten yoksun olduğu dönemdi. Güçlü olanın haklı olduğu, kuvvetli olanın sözünün geçtiği, maddi bakımdan zengin olanın her dediğinin yerine geldiği, zayıfların ezildiği, zulmün ayyuka çıktığı, insanların vahşileştiği ve küfür, şirk, cehalet bataklığına gömüldüğü bir dönemdi.

İnsanlar köle olarak kullanılıyor, mal gibi alınıp satılıyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyor, batıl inançlar halk arasında kol geziyor, tefecilik ve faiz yoluyla zayıflar ezildikçe eziliyor, cehaletin, bilgisizliğin ve zilletin her türlüsü topluma hâkim oluyordu.

İşte böyle bir dönemde gerçekleşti kutlu doğum…  Hz. Allah (c.c.) karanlıklar içinde bunalan dünyamıza adı Muhammed (s.a.v.) olan bir kutlu güneş gönderdi. Karanlıklardan, zulmetten kurtardı ve aydınlattı bütün yeryüzünü bu kutlu güneş… Nur saçtı, ışık saçtı bütün âleme… Nuruyla ısıttı bütün dünyayı ve insanlığı… Nur-i ayn oldu, nur-i çeşm oldu bütün insanlığa… Nur-i iman ile hakikata, doğruya, iyiye, güzele ulaştırdı bütün kâinatı… 

Çöküşe ve batmaya doğru gitmekte olan dünyamıza yeniden hayat verdi bu kutlu güneş… İnsanlık yeniden neşvü nema buldu. Cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya mahkûm olan mazlumlara umut oldu. Hüzünlü, kederli ve gamlı gönüller yeniden yeşerdi, canlandı bu kutlu doğumla…

Âlemlere rahmet oldu, arşa nur oldu, yaratılmışların en şereflisi, kendinden öncekilerin ve sonrakilerin en soylusu, mevcudatın efendisi oldu bu kutlu güneş…

Peygamberlerin sonuncusu, Allah’a iman edenlerin önderi, elçilerin en hayırlısı, günahkârların şefaatçisi, Allah’ın üstün kıldığı, seçilmiş bir kul, yüce bir nebi, ulu bir Rasûl oldu, Muhammed’ül emin oldu bu kutlu güneş…

Öyle bir kul, öyle bir Peygamber ve öyle bir devlet başkanı idi ki; herkesin en yakını oldu, insanlara en büyük dost oldu. Vefalıydı, kapısından kimseyi geri çevirmezdi, hiç kimseyi umutsuzluğa düşürmezdi, herkese değer verir, insanların dertlerini dert edinirdi.

Dünya işleri için kimseye kızmaz, kimsenin kalbini kırmaz, gönlünü yıkmazdı. Gönüller yapardı. Ağzından kötü söz çıkmaz, kimseyle çekişmez, boş şeylerle uğraşmazdı. Kimsenin kusurunu araştırmaz, hiç kimseyi kınamazdı.

Konuşurken çevresindekileri kuşatır, bambaşka bir âleme götürürdü. Kabalaştığı, bağırıp çağırdığı görülmemişti. Fakirlerle birlikte yer içer, onlardan ayırt edilmezdi. Bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmaz, gösterişten hoşlanmazdı.

Güzel ahlâkı, hikmeti, takvası, aklı, sabrı, cesareti ve dirayeti ile inananların lideri, önderi oldu. Kavminin hidayete ulaşması için gece gündüz uğraştı. İnsanların hem dünya hem de ahiret mutluluğu için büyük gayret ve çaba gösterdi.

Bir yandan tebliğ görevini yerine getiriyor ve kendisine inananları eğitiyor, diğer yandan da yöneticilik yapıyordu. İnsanların gönüllerini şirkten, putlardan temizlemiş arındırmış, tevhide yöneltmişti.

Yüzyıllardır süren batıl inanç sistemini yıkmış, yerine tertemiz olan insanlığa huzur, saadet ve mutluluk getiren Hak dinin sistemini getirmişti.

O inananlara en güzel örnek olan bir insan, Allah’tan vahiy getiren büyük melek Cebrail’le konuşan bir Peygamber ve aynı zamanda devletini en güzel şekilde yöneten ve dönemi saadet nizamı olarak tarihe geçen bir devlet başkanı idi.

O’nun dünyaya gelişi ile cehalet, şirk ve küfür ateşi söndü, putperestlik yıkıldı, zulüm ve vahşet sona erdi. Zalimlerin sultası yıkıldı. Mazlumların gözyaşları dindi. Kula kulluk devri bitti. Kalplere tek Allah inancı, yeryüzüne de Hak ve Adalet hâkim oldu. Gönüller huzura erdi. İnsanlık saadete ulaştı. Tevhid inancı tüm dünyayı sardı.

Kureyş kabilesinin reisi olan Abdülmuttalib torununun adını;  beynine ve gönlüne hâkim olan bir  ilhamla, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok övülen anlamına gelen  “Muhammed”  koymuş ve torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette, “torunuma Muhammed adını verdim, dilerim ki gökte Hakk, yeryüzünde halk  onu hayırla yâdetsinler”  demişti. Annesi de Cenab-ı Hak’kı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse anlamına gelen “Ahmed” dedi O’na…

Efendimizin dünyayı teşrif ettiği gece bir takım olağanüstü olaylar meydana geldi. O gece aynı anda bir yıldız doğdu ve bilginler bu gece Ahmed doğdu dediler. İran Hükümdarının Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütunu yıkıldı,  mecûsilerin İran Istahrabat şehrinde bin yıldır yanmakta olan ateşgedeleri söndü, Save (Taberiyye) gölünün suyu çekildi, bin yıldan beri kuru olan Semâve deresinin suları taştı, Kâbe’deki putlar yüz üstü devrildi.      

Hz. İbrahim’in büyük oğlu Hz. İsmail’in neslinden gelen Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz,  henüz dünyaya gelmeden 2 ay önce babası Abdullah’ı, 6 yaşında iken de annesi Âmine’yi kaybetmiş, böylece hem yetim hem öksüz kalmıştır. 8 yaşına kadar dedesinin yanında kalan Efendimiz, Abdülmuttalib’in ölümünden sonra da öz amcası Ebu Talib’in himayesine girdi ve gençliğini amcasının yanında geçirdi.

Daha Peygamberlik görevi verilmeden önce “Emin” sıfatını aldı. Herkesin güvenini kazandı. Doğruluğu, dürüstlüğü ile ün yaptı. Zalimlere set olmak için gayret gösterdi. Mazlumların yardımcısı oldu. Çocukluğundan itibaren şerlerden uzak kaldı, putlara hiç ilgi duymadı, onlardan yüz çevirdi, tiksindi.

Sık sık Hıra mağarasına çıkıp yalnızlığı tercih ediyor, dalâlet, şirk ve cehâlet kokan Mekke insanlarından uzaklaşıyordu. Yine mağarada yalnız olduğu bir zamanda düşünceler içerisinde iken vahiy meleği Cebrail (a.s) ötelerin ötesinden ilk mesajı getirdi. “Yaratan Rabbinin adı ile oku!”  Böylece, Peygamberlik süreci başlamış oldu. 

Ey Allah’ın Rasûlü; Bir güneş gibi doğuverdin üzerimize… Şan verdin bütün âleme… Şeref verdin bütün kâinata… Huzur ve saadet getirdin bütün insanlığa…

Senden 14 asır sonra yine cahiliye dönemine döndük Ya Rasûl. Senin getirdiğin ilkeleri unuttuk. Büyük sıkıntılara düçar olduk. Karanlıklar içine daldık. Yolumuzu kaybettik. Senin getirdiğin saadet nizamına, senin hayat sistemine ne kadar da muhtacız şimdi… Dünyada senin ilkelerine, ahirette de şefaatine muhtacız efendim...

EN BÜYÜK ÖRNEKTİR O…

Son Elçi, son Rasûl Hz. Muhammed (SAV) dir. O en büyük insan, en büyük önder, en büyük örnek, en büyük imam, en büyük Devlet Başkanı ve en büyük Peygamberdir O… İzinden gidilecek tek rehberdir O…Yılmadan verdiği mücadelesi ile batılın hükmünü ortadan kaldıran ve Hak’kın hakimiyetini tesis eden en büyük komutandır O…Sevgisi ve merhameti, engin hoşgörüsü, sabrı ve şefkati ile en güzel öğreticidir O…Samimiyeti, kardeşliği, dostluğu, vefalı olmayı, zulmetmemeyi emreden ve ümmetinden bu hasletlerden asla vazgeçmemeyi isteyen Nebiler Nebisidir O… Adı güzel kendi güzel Muhammed’dir O… 

Bir Sevdadır Hz. Muhammed…Anlaşılması ve yaşanılması büyük bir ihtiyaç olan bir sevda…Bir aşktır Hz. Muhammed…Bedenimizi ve ruhumuzu bütünüyle kuşatması gereken bir aşk…Bir rahmettir Hz. Muhammed…Kana  kana, yudum yudum içmeye muhtaç olduğumuz bir rahmet...Dünyada izinden yürüyeceğimiz bir önder, bir rehberdir, ahirette ise şefaatına muhtaç olacağımız bir sevgilidir O…Bugün zalimlerin hakim olduğu dünya, ne kadar muhtaç O’na ve O’nun ilkelerine…

Bu sevdayı, bu aşkı ve bu rahmeti  uzaklaştırmayın insanların kafasından ve gönlünden… İnsanlar her dem iç içe yaşasınlar bu aşkla, bu sevdayla… 

İşte O’nun sözlerinden birkaç örnek:

“Merhametlilere Allah (cc) merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhametli davranınız ki, göktekiler de size merhamet etsin.”

“Ateş nasıl odunu yer yutarsa, haset de iyilikleri yer, yutar, mahveder.”

“Mazlumun bedduasından sakınınız. O dua ile Allah arasında perde yoktur.”

“Dostlukta da, düşmanlıkta da aşırıya kaçmayın. Bir gün birisi ile dost olduğunuzda yarın onun düşman olabileceğini unutmayın.”

“İnsanların en hayırlısı ahlâkı en güzel olandır.”

“Babalarınıza iyilik edin ki oğullarınız da size iyilik etsin.”

“Münafıklığın alameti üçtür:  Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiği zaman sözünde durmaz, emanete hıyanet eder.”

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez.”

“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.” 

 “Ruhunuzun inceldiği anları dua etmek için ganimet bilin; çünkü o anlar rahmettir.” 

Mevlid-i Nebi Haftası'nın hayırlara vesile olması dileklerimle yazımı, Efendimiz için yazdığım iki Naat-ı Şerif ile tamamlıyorum.

EFENDİM   (NAAT-I ŞERİF – 1)

Allah’ın son elçisi, âlemlere rahmetsin,

Gönüllere şifasın, kalbe nursun Efendim.

Muhammed Mustafa’sın, övülensin Ahmed’sin,

Kalpler hep Senin için çarpıp dursun Efendim.

 

Hakk ile gönderilen en son uyarıcısın,

Mânevi yaraları şifanla sarıcısın,

Allah'tan kullarına Rasûl’sün, aracısın,

Miraçla şereflenen tek sen varsın Efendim.

 

Rabb’in emriyle geldin büyük müjdeler verdin,

Hakk’ı üste kaldırdın, bâtılı yere serdin,

Allah’ın davasını yüceltmekti tek derdin,

Senin ulvi mesajın arzı sarsın Efendim.

 

Karanlık gecelerde en parlak ışık oldun,

Herkesi mutluluğa götüren doğru yoldun,

Zalimlerin elinden tüm mazlumları aldın,

Hakları gasp edilen halka yârsın Efendim.

 

Hüküm için Allah’tan Kerim Kitap getirdin,

Haksızlığı ve zulmü birdenbire bitirdin,

Tam uyguladın O’nu acıları dindirdin,

O emsalsiz devanı herkes görsün Efendim.

 

Müjdeci, uyarıcı hem de eşsiz şahitsin,

Vahyin tek muhatabı yaşantında zahitsin,

Müşrik düzenlerine en büyük mücahitsin,

Kâinâtı yeşerten bir baharsın Efendim.

 

Allah’a çağıransın, bir çerağsın nur saçan,

İnsanlığı kuşatan, herkese kucak açan,

Işığına sığınır, karanlıklardan kaçan,

Gönül gözü körlere düşen fersin Efendim.

 

Senin yoluna uyar doğru yolda oluruz,

Senin nurunla dolar kurtuluşu buluruz,

Senin sevdanla yanar, aşk deryana dalarız,

Üstünde leke tutmaz beyaz karsın Efendim.

 

Anarız bizler Seni, Salat-ü Selam ile

Yüreğimizden gelen en güzel kelam ile

Dileriz ki kapında, bir büyük özlem ile

Havz-ı Kevser içmeye izin versin Efendim.

 

Ahlâkı hamidenle geldin o Yüce Kattan,

Çok daha değerlisin yaratılmış her zattan,

Ne kadar övsek Seni, üsttesin tüm naattan,

Kalbim, ruhum, gönlümle, canla birsin Efendim.

 

Çıkarıldığın Mekke tekrar Sana yurt oldu,

Gönülleri fethettin âlem sevginle doldu,

Tevhid yolunu açtın putperestlik son buldu,

O rahmet denizine herkes girsin Efendim.

 

İtaati emreder, tek Allah’ımız sana,

Güneş ve ay gibisin, ararız yana yana,

Muhtacız ışığına, ısına ve ziyana,

Kemter ümmetin Senden güller dersin Efendim.

 

Rabbimden tek isteğim sancağında bir olmak,

Şefaati uzmana mazhariyetle dolmak,

Ebediyen Cennette beraber komşu kalmak,

Salih Sedat yanında sırra ersin Efendim.  

SALİH SEDAT ERSÖZ 

 EFENDİM, PEYGAMBERİM (NAAT-I ŞERİF - 2 )

İnsanlığın tümüne gönderilen son Nebi,

Rabbimin sevgilisi Efendim tek rehbersin.

Yaşadığım sürece yüreğim Sana tâbi,

Müjdecim, uyarıcım, seçkin kulsun, öndersin.

 

Âlemlere rahmetsin, en güzel örneksin Sen,

Kâinatın tek gülü,  benzersiz çiçeksin Sen,

Dünyada, ahirette mü’mine desteksin Sen,

İnsanlığın kemâli, merhametli lidersin.

 

Allah terbiye etti, güzel ahlakı yaydın,

Isıtan ve ışıtan hem güneş hem de aydın,

Bâtılı göndererek yerine Hakk’ı koydun,

Bütün karanlıkları aydınlatan fenersin.

 

Yerleştirdin kalplere merhamet, şefkat, ikram,

İlaç oldu topluma tebliğ ettiğin kelam,

Devri cehalet bitti, hâkim oldu Hak nizam,

Tüm insanlık içinde en mukaddes değersin.

 

Hasta, gafil kalplerin en müessir dermanı,

Kuruyan gönüllere kurtuluşun fermanı,

Yolunu şaşıranın sığındığı limanı,

Devletin hükümdarı, cephede cengâversin.

 

Sendedir nûrâniyet, güzellik ve letafet,

Sendedir güvenirlik, edep, hikmet, zarafet,

Cesaret ve azminle kurdun Asr-ı Saadet,

Her kesimler bilir ki eminsin, mutebersin.

 

Zalimlerin elinden kurtardın mazlumları,

Hakkına kavuşturdun mağdur ve masumları,

Engelledin güçsüze her türlü hücumları,

Zayıf, düşkün, yetimle, gariple berabersin.

 

Diri diri gömülen günahsız kız çocuğu,

Seninle hayat buldu kesilen her soluğu,

Cennete doğru döndü ananın yolculuğu,

Kadına hayat veren pırlanta, mücevhersin.

 

Getirdiğin adalet herkese huzur verdi,

Yardımlaşma, paylaşma, lezzet ve sürur verdi,

Son kitap yüce Kur’an mü’mine gurur verdi,

Yüreğimizde yerin, en kıymetli cevhersin.

 

Sevgimiz azalmaz hiç, asırlar geçse bile,

Sensiz geçen tüm yıllar bize onulmaz çile,

Nizamını terk etmek çok büyük bir gaile,

Gönüllerin tabibi, eşsiz misk-i ambersin.

 

Sünnet-i seniyyene tâbi olmak bir şeref,

Deryandan nasip alan mutlak olur müşerref,

Davan yolunda ölmek olmalı kesin hedef,

Bize nefes aldıran manevi atmosfersin.

 

En şerefli kulsun Sen, Selat-ü selam Sana,

Tüm mü’minlere oldun kardeş, yâr, baba, ana,

Havz-ı Kevser’den Sen’le içelim kana kana,

Muhammed Mustafa’sın, Rab seçti, Peygambersin.

SALİH SEDAT ERSÖZ


YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi