Belimdeki bir rahatsızlıktan dolayı bayramı kaplıcalarda geçirmek istedim ve ailecek Denizli’nin Pamukkale ilçesine bağlı Karahayıt’a gittik. Genellikle yaz sonu, güz başı gibi gittiğimiz için o yörede yetişen incir, üzüm, mısır gibi yiyecekleri bol miktarda bulurduk. Dallarda yeşil zeytinler, kızarmakta olan narlar ve pamuk tarlaları bir güzellik olarak gözümüze farklı görsel lezzetler sunardı. Bu sefer öyle değildi, çünkü mevsim ilkbahardı. Bununla birlikte ilkbahar daha bir güzel, daha bir yeşil, daha bir kırmızıydı. Yol kenarlarına, tarlalarda, bahçelerde gözümüze değen, serpiştirilmiş gibi uzanan gelincikler, papatyalar, erguvanlar, adını bilmediğim sarıçiçekler ve nice bitkileriyle bahar Ege’de sarıp sarmalıyordu bizi, gözümüzü, duygumuzu. Bütün bunlar doğanın güzellikleriydi; bir de insanlar vardı bunca renk cümbüşünü, koku ziyafetini, manzara zenginliğini görmesi, hissetmesi ve içselleştirmesi gereken.
Seyahat ettikleri araçlardan inip fotoğraf çektirenler ve birkaç kır çiçeği toplayıp demet yapanları saymazsak çok da umurlarında değildi arzın süslü mevsimi bahar insanların. Gidecekleri otellerin, pansiyonların konforu, orada yiyip içecekleri daha ön plandaydı onlar için. Bayram tatili dediğin böyle olmalıydı çağımızın insanlarına göre. Sınırsız eğlence, bol yemek ve deniz, kum, orman… Elbette bizim gittiğimiz yer denizi, kumu olan bir yer değildi ama yolda, sokakta karşılaştığım insanlardan duyduğum sesler hep bu meyanda diyaloglarla doluydu. Ne biten ramazanın bir kalıntısı, ne gelen bayramın bir izi vardı üstlerinde. Dünya bütün süsleriyle bedenlerine yerleşmiş, hayatı ölümsüzlük iksir içmişçesine kutsuyordu tenlerinde. Üryan bir âlemin içinde bankaları merkeze alan, alkolü meşru meşrubatlar rafına dizen ve kadınla erkeği nerdeyse aynı kalıba döken tuhaflığının ötesinde bir hayat akıp gidiyordu.
Bütün bunlar bayram tatili içinde biraz daha belirginleşmiş olsa da (ki tatil merkezlerinde insanlar daha özgür hareket ettikleri için bu manzara netleşmişti) aslında çağdaş dünyaya dâhil olduğumuzdan beri kat ettiğimiz mesafenin sonucu olarak hayatın her safhası böyleydi artık. Buzdağından kopmuş koca bir kütle gibi suyun yüzünde çalkalanıp durmaktayız bir süredir. Ne koptuğumuz yere dönebiliyoruz ne de başka bir yerde kendimizi konumlandırabiliyoruz. İşin doğasında bu vardı zaten. Her ayrılık bir yok oluşa gebedir, çünkü dalından kopan yaprağın yaşamla bağı kopmuştur artık.
Korktum insanlara daha fazla bakmaktan. Kaldırdım başımı dağlara doğru; kimi bir bulutu almış başının üstüne, kimi çamları, yeşil çayırları, renk renk çiçekleri giyinmiş. Üstlerinde çan kuşlar, bedenlerine sığınmış cümle hayvanlar ve şurada burada bağırlarında yuva yapmış karıncalar. Hepsi yaratıcısının kendine yüklediği fıtrat üstüne yaşayıp gitmekteler. Rüzgârların taşıdığı tohumlar, kargaların toprağı eşip gömdüğü kozalaklar ve arıların tozlaştırdığı bitkiler… Hepsi bu güzelliğin devamı için çalışıp durmaktalar.
Tecrübenin amacı, kesinkes algılatabilmektir insanın değerini. Lacordaire’nın bu sözü geldi aklıma; asırlardır bu dünyada yaşayan insan niçin iyiliği, güzelliği ve de hakikati yaşatmak için uğraşmak yerine neden günün sahteliğine teslim eder kendisini? Bunca deneyim bunca yaşanmışlıklar neden bu yolda kullanılmaz? Akıl alır şey değil.
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım :
Genç Online Türkiye'nin En iyi 1
oyunlar1 sitesi