Bugün; 11 Eylül 2024, Çarşamba
YAZARLAR
Yayladağı'nda Muhteşem Şölen

Hatay'ın Yayladağı ilçesinin Olgunlar mahallesindeydik birkaç gün önce. Geniş katılımlı Kültür-Sanat Etkinliği'ne davetliydik. 

Şiir eksenli bu düzenlemeye, daha önce de katılmıştık haliyle. Olgunlar Derneği başkanı Necip Demir (Suskun Şair) ile Olgunlar muhtarı ve Yayladağı Belediye Başkanlığının ortaklaşa düzenledikleri söz konusu etkinliğin çok renkli geçeceğini biliyorduk.

Köse Dağı’nın eteklerinde zeytinlik ve kızılçamlarla tabiat dokusunu tamamlayan eski bir yerleşim birimidir Olgunlar. Ayrıca haritamızın en uç noktası sayılan Güney kısmındadır ve bünyesinden bir nice bürokrat ve de akademisyen çıkartmakla bilinen yerdir.

Sabahın erken bir vaktinde çıktığımız yolculuk serüveni, saat 11'e doğru hitam bulmuştu. Tabii bu esnada depremde ziyadesiyle zarar gören kadim şehir Antakya'yı, içimiz sızlayarak izledik içerisinden geçerken.

Şehrin simgesi konumundaki Habibi Neccar Camisinden eser yoktu. Ulu camii yerle yeksan vaziyetteydi. Mis gibi baharat kokan uzun çarşı, harabeye dönmüştü. Kısacası kadim şehrin silüeti silinmişti görselliğinden. Asi Nehri mahzunca akmaktaydı kıyısındaki palmiyelerden eymenerek.

Olgunlara vardığımızda, dışarıdan gelenlere ikram etmeye yönelik keşkek ve etli pilav kazanları kurulmuştu. Alan ise yavaş yavaş dolmaktaydı. Yine alanda, uzanan kollarıyla çevreyi kuşatan tarihi çınarın gölgesi herkesi kucaklamaktaydı.

Değişik illerden gelen şair ve ozanlarda, bir kaynaşma bir muhabbet faslı başlamıştı. Kültür- sanat zaviyesinden bakınca, ilgi bir hayli fazlaydı aktiviteye.

Gözlerimiz, Galata Kulesini andıran ve bedenine kocaman Türk Bayrağı çekilen minareyi aradı, fakat maalesef depremde yıkıldığını öğrendik!

Milli Mücadele döneminde Milli Kongrenin yapılmasına tanıklık eden camii ayakta kalsa da, minaresi dehşetengiz sarsıntılara mukavemet gösterememişti anlaşılan.

Açılış konuşmalarının ardından, ilk türküyü, ilerlemiş yaşına ve hastalığına rağmen, Amik Ovası'nın güçlü sesi Aziz Tok havalandırdı. Emekli TRT sanatçısı Muzaffer Gök ona eşlik etti ve akabinde kendi türkülerini çığırdı.

Kahramanmaraşlı gazeteci- şair anonsuyla naçizane şahsım, "Mahzun Olur" başlıklı eserimi okudum. Keza aynı minval, yetmiş(70) in üzerinde  tüm şair ve ozanlar sırasıyla eserlerini icraya koydular.

Keşkek ve etli pilav ikramından sonra katılımcılara birer plaket verildi ve böylece hatıralarda kalabilecek güzel bir gün, taçlanarak ikmale erdi. 05.09.2024


Leblebi Tozu

Çocuk Gözyaşları
 
Gözyaşın büyümez
Zorlama,
Sen ne kadar büyüsen de
Oldum desen de
Aştım desen de
Gözyaşın çocuk kalır
Senin gibi tutunamaz hayata
Gözlerinden yuvarlanır
 
                       Utku Gürtunca
 
Çocukken her meyve leziz, her gün masalsı, herkes iyi; sonra istisnasız her şey eskiyor ve ilk halinden uzaklaşıyor. Hayatın hayali tarafı gerçeğin kollarında yok oluyor ve zamanın masalsı akışı bozuluyor. Bu ise insandan masumiyetini çekip alıyor. Artık günün bir adı, insanın bir etiketi ve gerçeğin kuralları çıkıyor karşımıza. Bunu örneklendirmek gerekiyor sanırım. Mesela çocukken sabah kalkıyoruz ve oyuncaklarımızla, arkadaşlarımızla günün içindeki yerimizi alıveriyorduk. Oysa şimdi sabah kalktığımızda bugün pazartesi, işe gideceğim, muhasebeci gelecek hesapları gözden geçireceğiz diye kafamızı gerçeğin ağına kaptırıveriyoruz.
 
İnsan büyüdükçe doğal olarak değişiyor. Fiziği, düşünceleri, duyguları farklılaşıyor. Hayal kurma hakkını kendinde azaltıyor ve kısıtlamalara teslim oluyor. Çocukken ki akşam ezanından önce eve girmeliyim sorumluluğu öyle çeşitleniyor ki artık bir pusulanın esiri oluyor. O pusulayı da maalesef bizim dışımızdaki etkenler belirliyor. Bütün bunların içinde bazı şeyler fazla değişmiyor, mesela girişteki şiirde şairin dediği gibi gözyaşı çocuk kalıyor. Ama birçok insan çocuk tarafını saklayabilmek için ağlamıyor ya da ağladığını göstermiyor. Bu da insan için çok ağır bir yük teşkil ediyor. Ama bazı insanlar gözyaşlarını da içinde kalan çocuk yanlarını da kaybetmiyor ve saklama gereği de duymuyor. Kendisi ile barışık olan insanlar hem daha güçlü hem de hayata karşı daha dirençli oluyorlar.
 
Ama öyle bir çağda yaşıyoruz ki insanlar bizim çocuk kalmış yanlarımızı acımasız İsrail’in Filistin’de çoluk çocuk demeden bombaladığı gibi bombalayıp harabeye çeviriyorlar. Her şeyin hesaplandığı, her hareketin programlandığı ve hayatın her evresinin planlandığı bu çağda artık hatıralarımızı bile kendi isteğimiz doğrultusunda yaşayamıyoruz. Hemen internetten bakarak hayır o gün o olay değil bu olay olmuştu diye bizi düzeltiveriyorlar. Oysa ben öyle hatırlamak istiyorum ama kimim umurunda!
 
Yanlış anlaşılmasın, ben bir hayal dünyasında yaşayalım, her şeyi tozpembe görelim arzusunda falan değilim. Ama bu kadar karartmanın da gereği yok diye düşünüyorum. Hayat elbette ciddiyet ister, çalışma ister, disiplin ister. Ancak bütün bunların yanında insanın nefes alabileceği teneffüs zamanlarına da ihtiyacı var, bazen hayal kurmak, bazen eski günleri anmak, bazen eski dostları aramak insan için büyük bir nimettir. Bu özelliğimizi kaybedersek, üstünü örtersek ya da yok sayarsak hayatımızı kendi ellerimizle karartmış oluruz. Hayale, anıya, oyuna ve kendimizle olmaya vakit ayırmalıyız. Okumaya, edebiyata, özellikle de şiire gönlümüzün kapılarını sonuna kadar olmasa da birazcık da olsa aralamalıyız.
 
İnsanın en büyük öğretmeni, en iyi doktoru, en etkili moralcisi kendisidir. Unutmamalıdır ki yaratılmışların içerisinde insana kendisinden daha yakın kimse yoktur. İnsan vazgeçerek yaşamamalı, insan bazı şeyleri ertelememeli, insan içindeki çocuğa kulak vermeli. Sorumluluklar güzeldir ama bir sorumluluğumuzun da kendimiz olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Bu bir bencillik sınırını aşmaya da götürmesin bizi. İtidal ve kıvam her zaman lazım olan şeydir bize.
 
Bu konuda kendimden bir örnekle yazımı bitireyim inşallah. İnsanları ve hayatı çok seviyorum. Zamanın akışını acımasız bulsam da hayatın bütün evrelerini de çok seviyorum. Her ne kadar bugünde yaşıyor olsan da dünle olan bağımı da asla koparmam. Bunu ben düşünce dünyamda hem de şiirlerimde diri tutmaya çalışırım. İşte aşağıdaki şiirde buna bir delil olsun. Sevgiyle kalın.
 
İkimiz de küçücüğüz
Ben mahcup bir oğlan çocuğu
Sen körpe mi körpe bir kuzu
Elinde kâğıttan bir külah
Pembe leblerinde leblebi tozu
 
Küçük avuçlarını daldırıp külaha
Üç beş çerez uzatıyorsun bana
Anlatamam mutluluğumuzu
Sahi bir neşe gözlerinde
Pembe leblerinde leblebi tozu
 
Karşı bakkaldan almışsın çerezi
Bardak hesabı yirmi beş kuruşa
Lezzeti tam, yerinde tadı tuzu
Ve şirinliğine şirinlik katıyor
Pembe leblerinde leblebi tozu
 
Simsiyah saçların hâlâ örgülü
Okul önlüğün üstünde daha
Hiç unutmadım o anlık pozu
Fotoğraf siyah beyaz ama
Pembe leblerinde leblebi tozu
 
Yıllar geçti aradan işte
Yine karşılaştık şehrin bir yerinde
Yüzünde umursamazlığın buzu
Ne o gülüşün kalmış ne de
Pembe leblerinde leblebi tozu

Cihannüma-Şiir, Konya-Kastamonu

Cihannüma ismini ilk olarak 2023 yılında yine bu ayda Şair ve Yazar Salih Sedat Ersöz Hocamdan duymuştum.

Birgün telefonum çaldı ve karşıdaki ses Salih Sedat Ersöz Hocamın sesiydi. Beni bir şiir etkinliğine davet ediyordu. Şiir etkinliğini Cihannüma Derneği düzenliyordu. Etkinlik yeri ise Aksaray’dı. Ancak ben o tarihte İzmir’de olduğum için davete icabet edememiştim.

Anadolu Şiir Akşamlarının birincisi 2022 yılında Amasya’da, İkincisi 2023 yılında Aksaray’da ve üçüncüsü de 2024 yılı 17 Ağustos’ta Kastamonu’da gerçekleşti.

Üçüncü Anadolu Şiir Akşamları için yine Salih Sedat Ersöz Hocam davette bulundu ve Konyalı şairlerden Ahmet Şener, Kazım Öztürk ve bendeniz olmak üzere dört şair bu etkinliğe davetliydik. 17 Ağustos 2024 günü sabah 07.00’da etkinliğin yapılacağı Kastamonu’ya doğru yola çıkmaya karar verdik. Bu arada Kazım Öztürk abimiz bir sağlık sorunu nedeniyle katılamayacağını bildirince biz üç kişi olarak bana ait özel araçla planladığımız saatte yola çıktık.

Kulu yakınlarında seyrederken önümüzde damperi açık bir kamyonun hızla seyretmekte olduğunu fark eder etmez aklımıza gelen başımıza geldi. PTS denilen güvenlik kamera sistemine hızla çarparak yıkılmasına sebep oldu. Biz, dikkatimiz sayesinde kazadan fiili olarak etkilenmedik ama karşı yoldan geçen bir araç demir yığının arsında kaldı. Bereket versin ki can kaybı olmadı.

Böyle tatsız bir olayla başlayan yolculuğumuzun daha sonraki bölümü çok neşeli ve rahat bir biçimde devam etti.

Anadolu Şiir Akşamları’na, Anadolu’nun bozkırlarından yemyeşil bir bitki örtüsüyle kaplı olan Orta Karadeniz Bölgesi’ne ilk defa geçiş yapıyordum. Bu manzarayı görünce kızgın demirin bir anda soğuk suyla buluşması gibi oldum. Adeta ‘çeliklendim’ anlayacağınız...

Gidiş-gelişli 11 kilometre mesafeden oluşan ve Çankırı ile Kastamonu arasındaki 15 Temmuz İstiklâl Tüneli, “Ilgaz Anadolu’mun Sen Yüce bir Dağı’sın” türküsünü öğrendiğim ilkokul zamanlarıma yani 1960’lı yıllara götürdü beni. Türküsünü söylediğim dağların altından, 40 dakikalık zorlu yolu 5 dakikada geçmenin hazzını yaşadım. Muhteşemdi...

Beş saat civarında süren yolculuğumuz Kastamonu’da sonlandı.

Organizasyon komitesi ve bizden önce Kastamonu’ya ulaşan şairlerimiz ve dernek yöneticileri güler yüzle karşıladılar bizi. Bir çay içimi sohbetten sonra Mehmet Akif Ersoy’un Kastamonululara hitap ettiği Nasrullah Kadı Camii, Hz. Pir Şeyh Şaban-i Veli Külliyesi, Hep Kebirler Camii, Kastamonu Kalesi, Yılanlı Camii, İsmailbey Külliyesi, Kastamonu Müzesi ve daha birçok yeri gezip görme imkânı bulduk.

“Nasrullah Kadı Camii’ne burada özel bir parantez açmam lazım geliyor. Milli Mücadele yıllarında Anadolu’yu dolaşarak Türk Kurtuluş Savaşı'na destek toplayan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Nasrullah Camii’nde de vaazlar vermiş ve aynı zamanda milli marşımız olan İstiklâl Marşı'nı TBMM’deki kabulünden önce ilk defa burada okumuştur.”

Akşam olunca asıl konumuz olan Anadolu Şiir Akşamları programına katılmak üzere üniversitenin yolunu tuttuk.

Açık havada yapılan programa 30 civarında şair ve yoğun bir kalabalık katılım gösterdi. Şiirlerin teması, deprem, Gazze ve Şehir üzerineydi. Birbirinden güzel şiirleri birbirinden güzel şairler okudular. Ben de Konya’mızı anlatan “Bu Şehrin Rengi” isimli şiirimi okuma fırsatı buldum. Misafirperverlik harikaydı. Birçoğunu sosyal medyadan zaten tanıdığım şairlerle yüz yüze olmanın hoşluğunu yaşadım, yaşadık hep birlikte.

Bu programda dikkatimi çeken en önemli husus, Kastamonu Valimiz Sayın Meftun Dallı’nın programın sonuna kadar takip etmesiydi. Programın bitiminde, üniversitenin misafir salonuna geçip, Konya ekibinden şair arkadaşımız Ahmet Şener’in okuduğu “Ali Geliyor” şiirinin hikâyesini dinlemek ve şiiri yeniden okumasını istemesi ayrıca bizi memnun eden ve şiir sevdalısı valimizi bir kez daha sevmemize neden olan husustu.

Programdan sonra konaklamamızı için tahsis edilen Kastamonulu Şehit Şerife Bacı’nın ismini verdiği Şehit Şerife Bacı Öğretmen Evi’ne geldik. Sabah olunca kahvaltıdan sonra şairler, dünyaca meşhur Kastamonu Kanyonu gezisine katılmak üzere yola çıktılar. Gezi sonrası gece yolculuğu yapmamak için Konya ekibi olarak biz de Kastamonu’dan ayrılıp güzel bir yolculuktan sonra 18 Ağustos Pazar akşamı Konya’ya vasıl olduk.

Böylece Valimiz Sayın Meftun Dallı’ya, Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Ahmet Hamdi Topal’a,  organizasyonu gerçekleştiren, başta Cihannüma Derneği Genel Başkanı Sayın Rıza Yorulmaz Bey olmak üzere tüm yönetim kuruluna, organizasyonu yöneten Hüseyin Kır Hoca’mıza, programa katılan tüm şairlerimize şükranlarımı sunuyorum. 

Hassaten, bu organizasyona katılmama sebep olan Şair ve Yazar Salih Sedat Ersöz Hocama, Bizimle birlikte yol arkadaşlığı yapan Ali Geliyor’un şairi Ahmet Şener’e şükranlarımı sunuyorum.

Şiiri, edebiyatı icat edip bizler faydalansın diye koyup gidenlerden, Allah razı olsun diyorum. Zira şiiri, edebiyatı, türküyü seven insanlardan kötülük gelmeyeceğini düşünüyorum. Var olsunlar, yaşasınlar inşallah..

Ilgaz tünellerini geçince şahit olduğumuz, Yüce Allah’ın yarattığı güzelliklerin, o güzel ormanların biz döndükten sonra yanmaya başladığını üzülerek öğrendim.

“Ormanları bilerek yakanların da ciğerleri yansın.” diyerek, hiç değilse ciğerimin yangınlarını söndürmeye çalışıyorum, Allah affetsin inşallah.

Suriyeli ve Afganlı Göçmenler (!)

            Sevgili Sami YILDIZ  hocamızın göçmen sorunu ile ilgili yaptığı bir araştırmayı bizimle paylaşmasaydı bu yazı yazılmayacaktı.

            Ağır bir konudur; çünkü başlangıçta yalın  ve   doğrudan insanı, insanla muhatap etmek gibi bir yükü, bir metafizik boyutu vardır. Metafizik boyutu vardır; çünkü insan olduğunuz için önce merhametle donanmış olmanızı gerektirir. Merhamet nuruyla tanışmamış insanın göçmen(!)konusuyla ilgilenmesinde ne samimiyet vardır ne derinlik. Olsa olsa ilginiz sosyal medya küfürbazlarının yüzeyselliğine eş değer bir takıntıdır Çünkü bugünkü anlamıyla göç olgusunu anlayabilmek için siyaset bilimi, tarih, sosyoloji, psikoloji, hukuk, coğrafya gibi disiplinlerin hepsine birden ihtiyaç duyma zorunluluğumuz vardır.

            Bu konuyla ilgili epeyce çalışma yapıldığına şahit olmak sevindirici.(Örneğin Uşak Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Siyaset  Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetmeliği’nin 6.maddesini ‘’uygulamaya’’ yaptığı vurgu nedeniyle değerli buluyorum)  Diğer akademik çalışmaların da, kavramsal çalışmalarla birlikte  pratik hayattan alınmış ve uygulanmış sığınmacı örnekleriyle konuyu zenginleştirmesi beklenir ki; şehir efsaneleriyle zehirlenen Suriyeli veya Afganlı düşmanlığı sosyal medya cehaletinin insafına terkedilmiş olmasın.

             Ülkemizdeki göçmenler(aslında 2006 tarihli  Resmi Gazetede yayımlanan İskân Kanununa göre bu insanlara göçmen diyemeyiz. Çünkü kanun Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartını getiriyor. Başlıkta ki parantez ünlemi odur) Savaşın tahrik ettiği can pazarı bu insanları, seçeneksiz bırakmış ve bir yerlere  sığınmaya zorlamıştır. Yani ekonomik konforu hedef alan bir seçim yok ortada.

             Sığınmacılara hayatı kolaylaştırıcı disiplinler içinde  psikoloji, merkeze yerleşir kanaatindeyiz.(’’Mültecilerin göç alan ülkeye yerleşmelerinde ve uyumundaki başarı ve başarısızlıkları o ülkedeki hükümetlerin ve toplumun tutumlarına, göçmenlere destek programlarına ve göçmenlerin fiziksel ve ruh sağlıklarına yönelik kolaylaştırıcılara bağlıdır. (Sue 1977)’’Dünyada göç ile ilgili çok sarsıcı deneyimler yaşanmasına rağmen Türkiye’de benzer bir süreç yaşanmamıştır. Bunun  sosyal, kültürel ve siyasal sebepleri olduğu söylenebilir .Zübeyit GÜN-Türk Psikoloji Bülteni sayı:38 sf.27)

            Son 4-5 yıldır sataşma, aşağılama, küçümseme hatta hakarete varan psikolojik saldırıların küçük çaplı fiziki şiddete dönüşmesinde Ümit Özdağ gibi değil sığınmacı, ülkemiz insanını bile sevme nimetinden mahrum siyasi figürlerle, kurucu iradenin eğitim yoluyla beslediği Batı ajandalı Yahudi tipi milliyetçilik anlayışını saplantıya dönüştürmüş tiplerin sosyal medyadaki duruşlarının etkisi büyük olmuştur.

              Mültecilerin ülke ekonomisine yaptıkları katkı, ticari hayata getirdikleri canlılık  (örneğin sadece Gaziantepte Suriyeli iş insanlarının yaptığı 4 milyar dolarlık yatırım )ve sanayide ağır işleri yüklenimdeki tasarruf gibi maddi ve manevi getirileri hiç görmemezlikten gelerek sadece Batı ezikliğinin verdiği kompleksle Suriyelilerin şahsında kibirlerinden (!) dolayı tepeden baktıkları Arap toplumuna saydırdıkları şuur altı hezeyanlarının neye tekabül ettiğini biz, onları Mekke ve Medine hatıralarından  tanıdığımız Falih Rıfkı Atay kadar tanıyoruz.    

            Yazı uzadığı için kapatacakken İngiliz  Daily Expres’de bir yorumun ‘’Erdoğan’ın, mülteci konusundaki ilkeli duruşu ,siyasi çıkarlardan kaçınması ve mültecileri tamamen güvende olana kadar ülkelerine geri göndermeyi reddetmesi, onun insani değerlere olan sarsılmaz bağlılığının altını daha da çiziyor’’ tespitiyle yazının ikinci paragrafı bire bir örtüştüğü için böyle kapatayım istedim.  Gazete yorumun sağına ’İlk turda salladık, ikinci turda kazanacağız’’ diyen ve insanı gülümseten K.Kılıçdaroğlu reklamı koymuş. Selamlar.                   

 

Dokunamayış

Ülkemizde görev yapan teknik direktörler genelde 4-2-3-1 sistemini tercih ederler atletik siyahi oyuncularla takımı güçlendirip, oyunun sert yönünü öne çıkartan defansif özellikli oyuncular ile agresifleştirirler. Kontraya yatkın birkaç oyuncu olmazsa olmazdır. Birde duran top kullanan oyuncunuz varsa, iteleye kakalaya da olsa sonuca yakın olursunuz. Bu takımlardan farklı olarak, Konyaspor yıllardır, Balkan ve İskandinav oyuncularla farklı işlerinde yapılabileceğini bize göstermişti. Teknik direktörlerin bu saydığımız özellikler dışında da dokunuşları olur. Kimi vasat bir oyuncuyu yıldızlaştırır. Kimi defansif, kimi ofansif oyunu benimsetir. Kimi sert oyunu ile ön plana çıkarken kimi de skordan bağımsız, göze hoş gelen oyun oynatır. Kimi kendisini kimi takımı öne çıkartır. Ama bir şekilde dokunur. Takıma haksızlık yapmama ve gereksiz eleştirmeme adına birkaç maçtır beklemedeydim. Yönetim kendince problemli oyunculardan ve şişen bölgelerden arındırılan yeni bir takım oluşturmuştu. Gidenlere rağmen birçok bölgede alternatifli bir kadro gördük.

Spor adamları kadro istikrarını yakalanması, oyuncuların birbirine alışması ve takım olma sürecinde bir arada olmanın önemini vurgularlar. Buraya şöyle bir dipnot düşmek gerekir. Başarılı olan on biri bulup, istikrar sağlamak! İlk hafta fırsat golü ile galip gelmeyi başardık. Galatasaray maçında kendi oyunu yerine, rakibin oyununu bozma adına bir şeyler yapıldı. Kötü durumdaki Galatasaray’a mağlup olsan da kabul edilebilir. Bodrum ve Kayseri maçları tamamen fiyasko diyebilirim. Bodrum ve Kayseri maçlarında sadece 1'er şutun kaleyi bulması! Lige yeni çıkmış ve henüz puan alamamış bir takım! Transfer yasağı olup kadrosunu güçlendirememiş, az maç yapsa da yine puan alamamış bir takım! Duran toplar olmasa kaleye isabetli şut yok! Kadro kalitesi olarak eksiklerimiz olsa da kötü bir takım değiliz. Örnek verecek olursak Mücadelesi yüksek forvetlerini takımdan gönderip, net vuruşla skor yapacak golcüyü takıma kazandırdınız. Hatta o oyuncuyu beslemek üzere yerli yabancı kanatları güçlendirdiniz. Ama besleme konusunda sınıfta kalıyoruz. Siz Umut'tan Cikaleshi olmasını bekleyemezsiniz. Umut'u beslersiniz oda size skor yapar. Konu sadece mücadele ise Cikaleshi kalsaydı! Niye macera arıyorsunuz. Ndao takımda kaldı. Moreno gönderildi. Bireysel oyun ön planda olacaksa neden Moreno gönderildi? Hocam takımda skor ne olursa olsun ben forma şansı bulamayacağım düşüncesi hâkim olursa işler kötüye gider. Elinizde Kanat oynayabilecek Ndao, Prip, Pedrinho,Tunahan, Yusuf, Melih Bostan, Melih İbrahimoğlu ve Aleksic bulunuyor. Siz neden olmadığını göre göre aynı şeyi deniyorsunuz?  Elimizdeki Ön libero bolluğuna bakalım isterseniz ; Oğulcan, Jevtovic, Niko, Ufuk, Boateng, Adem, Semih zorlarsak Uğurcan,  Yasir ve Metehan oynar. Niye olmadığını bile bile oynayanlar girenler çıkanlar değişmiyor?

Taraftar sabreder, sabreder de hocam! Bir ışık görürse sabreder. Konyaspor geride kalan 4 haftada bana gösterdiği tek ışık mücadele etmesi diyebilirim. Ortada ne oyun var ne bir göze hoş gelecek durum. Frikik atmaktan başka özelliğini göremediğimiz Pedrinho’nun Frikikleri ile kendimizi avutuyoruz. Konyaspor taraftarı sabreder, sabreder de hocam! Yapılmaya çalışan bir eylem olursa sabreder. Dokunuşları görürse sabreder. İlk günden beri çalışmanızdan, yapmak istediklerinizden bir şüphem yok! Ancak bazen herkes istese de olmaz! Hani Aykut hoca’nın son dönemi gibi diyebilirim. Sen bize oyun anlamında bir ışık ver, sen organize atak göster, geçiş oyunlarını görelim, pas trafiğini görelim, gerektiğinde rakibi uyutan, gerektiğinde ısıran takımı görelim. Skor nasılsa gelir hocam! 4 maçta kaleyi bulan isabetli şut sayısı toplam 7 olur mu hocam? 7 şuttan 5 tanesinin gol olduğunu düşünürsek, demek ki çerçeveyi isabette sorun var hocam!

Bu taraftar Stanojević’e sabretti hocam, kupadan takımı eleyen, haftalarca gol atamayan hocaya sabretti. Sana da sabreder, ancak ne yaptığını bilen bir takım görürse sabreder. Yoksa yanlış da olsa 30. Dakika seni istifaya davet eder. Taraftar işin teknik boyutunu düşünmez sonuca ve oyuna bakar. Taraftar Puan alamamış takımların sizden puan aldığına bakar!

 Milli arayı en iyi şekilde değerlendirip, üzerimizdeki ölü toprağını atmamız gerekiyor. Belki transferin son döneminde bir- iki fırsat transferi ile takım biraz daha güçlendirilebilir.

Maçın sözü: Seçimleriniz umutlarınızı yansıtmalı, korkularınızı değil.

 

Annelik

Geçen gün komşum Huriye teyze ile sohbet ederken bana başından geçen ilginç bir olayı anlattı. Olay baya bir ilgimi çekti…
Bende bu ilginç olayı sizlerle paylaşmak istedim…
İlgimi çekti diyorum çünkü son günlerde yaşanan bazı olaylarla zihnimde ilişkilendirmeme neden oldu bu olay…
İki hafta önce komşum evlerinin bodrum katında hamile bir kedi görmüş iki gün sonrada mutfağın penceresinin önünde gün boyunca aynı kedinin doğum yapmış olduğunu ve sürekli miyavladığını görünce de herhalde karnı aç ondan diye düşünmüş…
Neyse o günün akşamı arka odada bulunan kapağı açık kalmış dolabın içinden el yüz havlusu alacakken bir şeylerin hareket ettiğini fark edince korkmuş ve hemen eşine haber vermiş…
Eşi de gelip bakmış birde ne görsün dört tane yeni doğmuş birkaç günlük kedi yavruları…
Tabi çok şaşırmışlar bu duruma nereden nasıl geldi bunlar buraya diye…
Çok geçmeden anlamışlar ki; kedi bodrum katta doğum yapmış komşum evde yokken de hava alması için açık bırakılan mutfağın camından yavrularını daha güvenli bir yere yani o dolabın içine taşımış…
Camın kapalı olduğunu görünce de resmen açın camı diye yalvarmış yavruları için…
Lafa gelince de hayvan işte der geçeriz…
Hayvan da olsa insan da olsa annelik evrenseldir…
Anneliğin dini dili ırkı insanı hayvanı olmaz annelik bambaşka bir şey…
Tabi insan, üstün olarak yaratılmış varlık. Annelik ise bu üstünlüğünde üstünde ama şu sıralar bunu unutmuş ve bir kedicik kadar olamayan anneleri de görmek mümkün toplumda…
Ne demek istediğimi az çok anlamışsınızdır…
Anne var adı hayvan ama yavruları için çırpınan. Anne var adı insan ama yavrusunu sokağa bırakan. Birde anne var oda insan evladı olmayanın karnını doyuran…
Evet, Nisa Mihriban bebekten bahsediyorum…
Tamam, olayın iç yüzünü bilmiyorum günah almak da istemem ama ne olursa olsun bu bir caniliktir bunun başka bir açıklaması yok…
İnsan ne kadar çaresiz olursa olsun bu caniliği bu bahaneyle örtbas edemez…
Bu ülkede bir otorite var, bir sosyal devlet var. Devlet vatandaşını böyle bir caniliği yapmaya asla mecbur bırakmaz…
Zira devletin himayesinde bulunan nice yavrucaklar var nice anneler var…
Buna rağmen Nisa bebeğin yaşadığını yaşayan birçok bebek var olmaya da devam ediyor ne yazık ki…
Ana babanın hatasını günahsız yavrucaklar çekiyor olan onlara oluyor…
Herkes evlat sahibi olabilir lakin gerçek anne baba olmak hele hele gerçek annelik bambaşka bir şey…
Allah ıslah etsin böylesi anneleri diyorum başkada bir şey demiyorum diyemiyorum…
Ama şunu da söylemeliyim ki; toplumda ahlaki düzen bozulmaya devam ettikçe insanı insan yapan vicdan, merhamet, edep en önemlisi de Allah korkusu yok olup gidiyor maalesef…
Allah sonumuzu hayretsin ne diyelim…

TE’VÎLÂTÜ’L-KUR’AN’ ın Türkçeye Tercümesi’nden NOTLAR -11-

10. CİLT’ten Notlar 

* “Firdevs” Bir izaha göre Rumca bir kelime olup bahçe dernektir. Allah (c.c.) cenneti değişik isimlerle anmıştır. Bunlardan bir kısmı Adn, Naîm, Me’vâ, Firdevs’tir. [İsimleri çok olmakla birlikte] gerçeklikte cennetler tektir. Çünkü “Adn”  kelimesi ikamet yeri demektir. Naîm, verilen nimet, Me’vâ da aynı şekilde ikamet yeri demektir. Sonra Firdevs, Adn, Me’vâ bunlar naîm, yani nimetlerdir. Bazı rivâyetlerde Hz. Peygamber’den (s.a.) şöyle hadis nakledil­miştir: “Firdevs, cennetin en yücesi, tam ortası ve en güzel yeridir”. Eğer bu rivâyet sabit ise o, bahsedildiği gibidir. (s.20)

* Allah’ın insanı yaratmış olmasının sadece ölüm için değil “Sonra da kıyâmet gününde tekrar diriltileceksiniz” [Mü’minûn, 23/16] buyruğunda bildirildiği üzere hesaba çekmek amacıyla diriltmek için olduğunu söyleriz. (s. 28)

* “Heyhâte heyhâte” [Mü’minûn, 23/36] bir işin olmasının uzaklığını ve inkârını ifade için kullanılır ve “uzak ki ne uzak!” yani asla olmayacak iş demektir. (s. 42)

* Resûller de diğer insanlar gibi emir ve yasaklarla imtihan edilirler. (s. 50)

* “Verdiklerini, Rablerine dönecekleri inancından dolayı kalpleri ürpererek verenler…” [Mü’minûn, 23/60] Bu âyette şöyle bir işaret de vardır: Nasıl ki günah işleyen günahından ötürü korku içinde olursa, taat içinde olan da itaatinde Allah’tan bir korku içinde olur. Hz. Âişe’den (r.a.) bu yönde bir rivâyet bulunmaktadır. O bu âyeti Hz. Peygambere (s.a.) sormuş ve “Bu âyette sözü edilenler içki içenler, hırsızlık yapanlar ve zina edenler midir?” demiştir. Hz. Peygamber cevap olarak: “Ha­yır! Onlar oruç tutanlar, namaz kılanlar, sadaka verenler ancak bu halde iken yaptıkları ibadetlerin kabul edilip edilmediği konusunda kaygı duyanlardır. Onlar hayır işlerde yarışırlar!” buyurmuştur. “Kalpleri ürpererek” anlamına gelen kavl-i celîlin bu şekilde değil de, “Kalpleri, Rab’lerine ne ile/nasıl döne­cekler, saîd olarak mı yoksa şakî olarak mı? diye korku içinde olurlar, şeklinde yorumlanması da mümkündür. En doğrusunu Allah bilir. (s. 57)

* Bazıları şöyle demişlerdir: “Berzah”, iki sûra üfleyiş arasında olan zamandır. Bazıları da “Berzah” ölüm ile yeniden dirilme arasında geçecek olan zamandır, demişlerdir. Bu, Kelbî ve Katâde’nin görüşleridir. Mücahid ise şöyle demiştir: Berzah, ölüm ile dünyaya yeniden dönme arasına konulan engeldir. İbn-i Kuteybe ve Ebu Ubeyde ise şöyle demişlerdir: Berzah, dünya ile ahret arasında olan dönemdir. Onlar İki şey arasında kalan her şey berzahtır, demişlerdir. Ebû Avsece: “İki sınır, yani dünya ile ahiret arasında kalan zamana berzah denir demiştir. Yine o, berzah, düz araziye denir demiştir. Berzahın aslı, hâciz, yani iki şeyi birbirinden ayıran engel demektir. (s. 87)

* Kabir azabının hissedilmesi uyku halinde iken vücuttan ayrılan idrak edici ruhun (nefs-i derrâke) bir halet-i ruhanîye şeklinde hissetmesi olup, insanın biyolojik canlılığını sağlayan ruhun hissetmesi şeklinde değildir. Bu aynen uyku halindeki birinin rüyasında kendisini bir belâ ve sıkıntı içinde gör­mesi ve şiddetli korku içinde olması ve kendisini daha önce bilmediği, hakkın­da bir haber duymadığı bir mekâna atılmış görmesi gibi olur ve onda canlıların belirtileri olur. Buna göre kabir azabının insana hayat veren biyolojik canlılık anlamına gelen ruh ile değil de eşyayı idrak edici/kavrayıcı ve hissedici ruh ile olması söz konusudur. (s. 96)

* Allah, her ne kadar iki cihanda da mâlik ise kendisini özellikle “Din gününün sahibi” [Fatiha, 1/4] diye nitelemesi, o gün mülkünde hiç kimsenin kendisine ortak çıkmasının söz konusu olamayacağı içindir. Dünyada iken mülkte ortaklığa yeltenenler olabilir. Ama o günde mülkün sadece ve sadece O’na özgü olması böyle bir nitelemeyi hikmetli kılmıştır. (s. 99)

* “Bağış­lasınlar, hoş görsünler” [Nûr, 24/22] mealindeki beyanla [yüce Allah] affetmeyi ve görmezden gelmeyi, bağışlamayı ona [Peygamber aleyhisselâma ve ona inanlara] emretti. Yani size kötülük yapanın yaptığını unutun ve bağışlayın, hatta onun yaptığı kötülüğe karşı sizin onu bağışlamanızı da anmayın, onun hatasından bahsetmeyin. Çünkü affın belirtilmesi başa kakmak gibi gö­rülmüştür. Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın.” [Bakara, 2/264] Çünkü başa kakma ve bu şekilde in­citme sadakayı boşa çıkarır. (s. 151)

* İktidarsız ya da iğdiş edilmiş olsa bile bir erkeğin yabancı bir kadınla baş başa kalması caiz değildir. ( 173)

* Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeteniniz hemen evlensin! Çünkü o gözü daha iyi sakındırır ve iffeti daha iyi korur. Kimin de gücü yoksa o zaman oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkan olur.” Yine rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ömer’e “Kızlarını ne yaptın?” dedi. “Onlar yanımdalar yâ Resûlallah!” diye cevap ver­di. Hz. Peygamber “Onlar ergenlik yaşına geldiler mi?” dedi. O, “Evet!” dedi. Hz. Peygamber “Sen onlardan birini dengi olan birinden alıkoyar ve evlenme­sini geciktirirsen mutlaka her gün sevabından bir kırat eksilir!” buyurdu. Bazı haberlerde de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bir kimsenin çocuğu evlilik çağına gelir ve onu nikâhlama imkânı da bulunur, buna rağmen onu evlendirmez de çocuğu bir günah işlerse günah aralarında ortak olur.” (s. 179)

* Zenginlik ve bolluk fesada, darlık ve yoksulluk da fesattan alıkoymaya sebep olabilir. Yahut bunlardan birinin diğerine üstünlüğü konusunu hiç ele almamak gerekir. Zira her ikisi de kulların kendisi ile sınandığı hallerdir: Şunlar fakirlik ve darlık yüzünden sabır ile ötekiler de zenginlik ve bolluk yüzünden şükür ile sınanmaktadırlar. Bu itibarla bunlardan birinin diğerine üstünlüğünü konuşmak lüzumsuz bir kelâm etmektir. (s. 183)

* Mümin, kendisine fitnelerden hiçbir şey dokunmadan ecir kazanabilir, bazen da fitnelerle imtihan edilir de Allah onu sabitkadem kılar. O şu dört hal üzere bulunur. Belâya mâruz kalırsa sabreder, verilirse şükreder, söyledi mi doğru söyler, hükmetti mi adaletle hükmeder. O diğer insanlar arasında ölülerin kabirleri arasında yürüyen bir diri gibidir. Nur üstüne nur. O beş nur içinde döner dolaşır; sözü nurdur, ilmi nurdur, girişi nurdur, çıkışı nurdur, kıyamet gününde cennete varışı nurdur. (s. 192)

* Kâfirler kıyamet gününde yüzüstü kapanmış halde, sürünür bir vaziyette olacaklardır. Müslümanlar ise ayakta, dik ve düz halde yürüyor olacaktır. (s. 213)

* Bazı fakihlerimiz Ebû Hanîfe’nin ihtilam olmaması halinde ergenlik yaşının on sekiz olarak belirleme şeklindeki görüşünü destekleme bağlamında şöyle demişlerdir: Çünkü oğlan çocukların­da ihtilam olma ortalama on beş yaşına ulaşmaları halindedir. Onlar belki bu yaştan önce ihtilam olurlar, belki de ergen olmaları bu yaştan daha sonra olur. Mâruf olana göre âlimler on iki yaşından küçük olanların ihtilam olmama­sı, on iki yaşına ulaşınca da ihtilam olmasının ihtimal dâhilinde kabul ettiler. Bu durumda ihtilaf edenler arasında ortalama yaş olarak kabul edilen on beş senenin üzerine, on iki yaşında ergen olma ihtimaline binaen nasıl ki üç sene ilâve varsa üç sene eklediler. [Yani en son 18 yaş dediler.] (s. 229)

* Yoksul ve ihtiyaç sahibi biri peygamberlik görevine liyakatte zengin ve varlıklı kimselerden daha elverişlidir. Çünkü insanlar zengin, mülk ve saltanat sahibi kimselere zaten tâbi olurlar. Eğer Hz. Peygamber (s.a.) zengin, varlıklı, mülk ve saltanat sahibi biri olsaydı o takdirde sırf Hakka hak olduğu için uyanlarla araları ayırt edilemezdi. Fakir ve kendisi muhtaç biri olması halinde bu ayırım kolaylıkla yapılabilir. Ancak sahip olduğu mal mülk ve saltanat peygamberliğinin alâmeti ise -Dâvûd ve Süleyman peygamberlerde olduğu gibi- o takdirde hükümranlık -duasında da olduğu gibi- onun risâletinin mucizesi olur. “Rabbim!” dedi, “Beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana.” [Sâd, 38/35] (s. 255-256)

* İlim öyle bir izzettir ki onunla zillet asla bir arada bulunmaz. O, sahibine asla horlanma ve kahır getirmez. (s. 268)

* Yüce Allah kâfirlerin amellerini bir keresinde savrulmuş toz zerrecikleri, bir defasında kül, bir defasında serap, başka bir yerde kuvvetli yağmurun üzerindeki toprağı silip süpürdüğü yalçın kayaya benzetmiştir. Buna mukabil müminlerin amellerini de sabit, sağlam ve benzeri niteliklerle anlatmıştır. (s. 274)

* “Aksine onlar, başka değil, hayvan sürüsü gibidirler.” [Furkan, 25/44] Bazıları dediler ki: Onlar [kâfirler] hayvanlar gibidir, çünkü onların bütün kaygıları aynen hayvanların kay­gıları gibidir; yemekten ve içmekten başka bir şey düşünmezler, bunun dışında başka bir dertleri yoktur. Hayvanların akıbetleriyle ilgili herhangi bir düşün­celeri yoktur. Buna göre kâfirler bu yönden aynen hayvanlar gibidirler. “Hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.” [Furkan, 25/44] Birtakım yorumcular “daha sapkındırlar” ifadesi hakkında dediler ki: Çünkü hayvanlar Rablerini ve yaratıcılarını bilir, O’nu lisân-ı hal ile anarlar, oysa kâfirler ne Rab’lerini tanırlar ne de O’nu anarlar. Yahut “onlar daha sapkındırlar” çünkü çocuk edinme, şerik (ortak) isnadı gibi Allah’a lâyık olmayan birtakım yakıştırmalarda bulunurlar, ibadette O’na başkalarını ortak koşarlar. Oysa hayvanlar bunlardan hiçbir şeyi yapmaz, bu itibarla onlar kâfirlerden daha üstündür. Bazıları dedi ki: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü hayvanlar yola sokulduğu zaman yol boyunca gi­derler, oysa kâfirler kendilerine hidâyet edilip doğru yola çağrıldıkları halde hidâyeti bulup da yola girmezler, davete icabette bulunmazlar. Bu itibarla onlar daha sapkındırlar. Yahut şöyle denir: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü kâfirler hem kendileri saparlar hem de başkalarını yoldan çıkarıp saptırırlar, oysa hay­vanlar öyle değildir. (s. 291)

* Yağmura rahmet denilmesi, Allah’ın rahmetinin eseri olması sebebiyledir. Aynı şekilde cennete de rahmet denilmektedir, çünkü oraya giren ancak O’nun rahmetiyle girecektir. (s. 294)

* “Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler.” [Furkan, 25/72] Bazıları dedi­ler ki “lâ yeşhedûne’z-zûra” yani “asılsız şeye şahitlik etmezler”  cümlesinden maksat “zûr” mekânına uğramazlar demektir. “Zûr” ise müziktir. Buna göre âyet “onlar müzik icra edilen mekânlarda bulunmazlar” anlamındadır. Bazıları da şöyle yorum­lamışlardır: “Zûr”a şahitlik etmezler, “Zûr” da yalan demektir. Buna göre âyet “Yalancı şahitlik yapmazlar” anlamındadır. (s. 318)

* Hasan-ı Basrî dedi ki: Vallahi bir Müslüman kul için çocuklarını, çocuklarının çocuklarını ve yakınlarını Allah’a itaatkâr görmekten daha sevimli bir şey yoktur. Ve dedi ki: Onları Allah’a itaatkar görürüz de buna sebep gözlerimiz aydın olur. (s. 320)

* Bazı müfessirler şu açıklamayı yapmıştır: Firavun, [Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların] ellerini ve ayaklarını kesmek, asmak gibi tehdit etmiş olduğu işkenceden bir kısmını onlara fiilen uygulamıştır. Ne var ki âyette onlara yönelttiği tehditleri gerçekleştirdiğine dair bir açıklama bulunmamaktadır. O yüzden biz yalana düşme korkusuyla bu gibi açıklamalara girmiyoruz. (s. 344)

* “Ezlefekallah”, Allah seni kendisine yakın etsin anlamındadır… “ez-Zülef” konaklar ve menziller demektir. Çünkü konaklar yolcuyu gideceği yere yaklaştırır. (s. 348)

* “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır…” [En’am, 6/160] Bu beyanda “Kim iyilikle gelirse” denilmiş, “Kim bir iyilik işlerse…” denilmemiştir. Bu da belirttiğimiz gibi amellerin makbul olabilmesi için kişinin dünyadan tevhit üzere göçmesi, işlediği hayırları bozmaması şartı olduğunu gösterir. (s. 358)

* “Mercum” taşlanarak öldürülen demektir. Öldürmenin en şiddetlisi recimdir. (s. 367)

* Peygamberler, Allah’ın izni olmadan, helak olmaları için kavimlerine beddua etmezler. Görmez misin ki, Allah, Yûnus peygamberi kendisinden izin almadan kavmi arasından çıkıp gittiği için azarladığını bildirmiştir. O, izinsiz çıkması sebebiyle azarlandığına göre, bir peygamberin kavminin helak olması için izinsiz bir şekilde beddua etmesi muhtemel değildir. (s. 367)

* “Va’z” işin sonunun nereye varacağını kâh korkutarak kâh müjdeleyerek bildirmek, öğüt vermek demektir. (s. 375)

* Musa kıssası ve diğer peygamberlere ait kıssalar kitapta [Kur’anda] değişik yerlerde farklı lafızlarla, değişik şekillerde, bir takım takdim ve tehirlerle anlatılmıştır Bundan da maksat şahitlik, bilgi aktarımı vb. konularla ilgili pek çok ahkâmda lafızların harfi harfine korunmasının gerekmediğinin, aktarırken mananın korunmasına odaklanmak gerektiğinin anlaşılmasıdır. (s. 416)

* Kendisine bir haber gelen kimsenin görevi, o konuda –haberin yanlış ya da yalana ihtimali bulunması halinde- hak ve hakikat ortaya çıkıncaya kadar beklemesidir. (s. 440)

* Yüce Allah’ın nesneleri var edip bu âleme bahsedilen faydala­rı yaratması, ayrıca bütünüyle bu âlemi yaratması insanları sınamak içindir; bundan dolayı onlara emirler vermekte, birtakım yasaklar getirmektedir. Son­ra sonucu almak için onlara bir âhiret (akıbet) âlemi tayin etmiş ve orada itaat edeni ödüllendirecek, isyan edeni ise cezalandıracaktır. Eğer böyle bir akıbet (sonucun alınacağı öbür dünya) olmazsa o zaman bütün bu yaratmalar abes olurdu ve hiçbir hikmeti olmazdı. Çünkü bir binayı yapan, ondan elde etmek istediği bir yarar olmaksızın sırf onu yıkmak ve yok etmek için yaparsa, o za­man yaptığı işi hikmetten uzak ve tamamen anlamsız olurdu. Aynı şekilde evrenin yaratılması da böyledir. Eğer amaçlanan bir akıbeti olmayacaksa o da hikmetten yoksun ve anlamsız olacaktır. Âyetler, onlara inananlar ve tasdik edenler içindir. Onlara inanmayan ve tekzip edenler için ise lehlerine değil aleyhlerine âyetler olacaktır. (s. 487)

* Biz Allah’ın belirttiği üfleme, sûr gibi şeyleri şudur ya da budur diye açıklama yoluna gitmiyoruz. Ya da onun şu ya da bu olduğuna işaret anlamına gelecek bir söz de etmiyoruz. Ama bun­larla ilgili olarak Hz. Peygamber’den bir açıklama (tefsir) gelmişse o takdirde o doğrultuda açıklama yapılır. Hem bu, ameli gerektiren bir konu da değildir ki bundan dolayı onun sıhhatini ya da çürüklüğünü ortaya koyma külfetine girelim. Bu sadece tasdiki gerekli olan bir haberdir. Bu itibarla “nefh”, yani üf­leme ve sûr hakkında nasıl geldi ise öyle kabul ediyor, onları açıklama yoluna gitmiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. (s. 489)

Üretim Bağımsızlık İlişkisi

Üretkenlik, iktisadi kalkınmanın en önemli motoru olduğu hepimizce bilinir. Meşru ve mübah olan her şeyin üretilmesi, ihtiyaç olduğu kadar aynı zamanda bir vatandaşlık görevidir. Köylünün ürettiği ürünler, şehirlinin icra ettiği ticaretler, sanayicinin çevirdiği çarklar bütünüyle iktisadi kalkınmanın bir gereğidir. 
İktisadi kalkınma, milli gelirin yükselmesine vesile olan en doğru yoldur. Milli gelirin yükselmesi, dünyadaki refahın sağlanmasına katkı sağladığı inkar edilemez. 
Her türlü üretkenlik ve iktisadi kalkınma, dünya hayatının refahı yanında ebedi hayatı kazandıracak bir yola vesile oluyorsa büyük bir nimet olur. İşte “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver...” ayetindeki dua bunu ifade ediyor. 
Fert ve devlet zenginliği güç, kuvvet olup adaleti, içtimai yardımlaşmayı, mütevazılığı sağlıyorsa; arkasından özellikle Allah’a kul olmayı getiriyorsa ne kadar şükretsek azdır. 
Haram yollarla yapılan veya harama götüren üretkenlik, dünyada kalacağı gibi ebedi hayatı zindana çevireceği izahtan varestedir. 
Üzerinde durulması, konuşulması oldukça önemli olan bu konu ehli tarafından daha iyi izah edileceğinden eminim. 
Aslında benim ifade etmek istediğim hedef nokta bu değildir. Şüphesiz devlet ricali, iktisatçılarımız,sanayicilerimiz bu konunun önemini çok iyi biliyorlar. Benim özellikle vurgulamak istediğim nokta iktisadi kalkınmanın bağımsızlıkla bağlantılı olduğunu söylemektir. Gücümüz varsa vatanımızı başta olmak üzere her türlü kutsalımızı müdafaa edebiliriz. Ayasofya’yı açar her türlü iç ve dış terörü önleyebiliriz. Evimizde rahat uyur normal hayatımıza devam edebiliriz. 
Güçlü değilseniz iç ve diş canavarlara yem olmaktan başka bir yol olmadığı tarihi hadiselerle ispatlanmıştır. Onun içindirki Allah cc bizi bu konuda özellikle uyarıyor. Hatta şöyle emrediyor:“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.”Enfal 60. 
Şüphesiz zaman ve zemin neyi gerektiriyorsa ona göre güçlü ve hazırlıklı olmak zorundayız. İşte güçlü olmanın yolu da iktisadi kalkınmadan geçer. Onun için Türkiye’nin her tarafında bulunan sanayici kardeşlerimize, üretici köylümüze ve güçlü olmamıza katkıda bulunan herkese müteşekkiriz. Özellikle son zamanlarda devlet ricalimizin silahlanmaya verdiği önemi takdirle karşılıyoruz. “Kuvvetli mümin zayıf müminden hayırlıdır” hadisindeki mesaj oldukça önemlidir. 
Bu arada her üretici kardeşimize hatırlatmakla mükellef olduğumuz bir noktayı belirtmek isterim. Doğruluk,kalite,sözde durma,haram-helal ölçülerine dikkat etme ve özellikle Allah’a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirme ilkelerinden ödün vermeyelim. Allah’a emanet olunuz. 

İsra 36. Ayete Dikkat!

Allah İsra suresi 36. Ayette net bir ifadeyle “kesin bilgi ve belge olmadan konuşmayın” der.

Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de insanın kendine yoğunlaşması, bütün dikkat ve emeği kendisine yöneltmesi emredilir.

İnsanın acımasız teknik direktörü olan nefisle mücadele dikkati dışarıya dağıtmamakla mümkün olur.

Allah müminin diğer insanlarla, özellikle gafil/zalim/cahil/münafık/kâfir insanlarla ilişkiler konusunda şu yöntemi önerir:

“Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Nitekim “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi” dediler. De ki: “Öyleyse Mûsâ’nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?” Siz onu kâğıtlara yazıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, atalarınızın da bilemediğiniz şeyler (Kur’an’da) size öğretilmiştir. (Resulüm!) Sen “Allah” de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oyalanadursunlar!” En’âm, 6/91.

“Senin en zararlı düşmanın nefsindir” sözüyle Peygamber (s.a.v.) odağımıza işaret eder.

Teknolojik aletlerin dış dünyayı gözümüzün içine soktuğu günümüzde doğal olarak insanın kendine yoğunlaşması zorlaşmıştır.

Ama mümin aşkın varlığı Rabbi,

İçkin varlığı eşi,

Taşkın varlığı çocukları,

Taştığı varlıkları anne/babasına yönelik öncelikler çerçevesinde yoğunluğunu titizlikle planlamalıdır.

Bu çerçeve dışında konuşacak veya hareket edecekse elinde kesin bilgi ve belge olmalıdır.

Bilgi ve belge olmadan atılan adımların, söylenen sözlerin hem dünyasına hem de ahiretine zarar vereceğini unutmamalıdır.

Peki, tam olarak Allah İsra 36’da bize ne diyor:

“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan (o peşine düştüğün şeyden) sorumlu tutulacaktır.” İsra, 17/36.

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen,

Bu nice okumaktır.” (Yunus Emre)

Haydi!

Odağımıza kendimizi ve yakınlarımızı yerleştirelim.

Dağılmış nazarlarımızı ve zihnimizi toparlayalım.

Şeytanın bizi geniş dairelerle meşgul edip, kendimizi ve çevremizi unutturması hilesine teslim olmayalım.

Pay Attention to Verse 36 of Al-Isra!

Allah clearly states in the 36th verse of the Surah Al-Isra, “Do not speak without certain knowledge and proof.”

The Quran and the Sunnah command man to focus on himself and direct all his attention and effort to himself.

The struggle against the self, which is man’s ruthless coach, is possible by not distracting his attention to the outside world.

Allah recommends the following method for a believer regarding his relationships with other people, especially the heedless/oppressor/ignorant/hypocritical/infidel people:

“They did not recognize Allah as He should be. Indeed, they said, ‘Allah has not sent down anything to any human being.’ Say, ‘Who then sent down the Book that Moses brought to mankind as a light and a guidance?” You write it down on paper and reveal (what you wish) and conceal much of it. You have been taught (in the Quran) what you and your ancestors did not know. (O Messenger!) Say, “Allah”, then leave them to linger in the swamp they have plunged into!” Al-An’am, 6/91.

The Prophet (pbuh) points to our focus with the words, “Your most harmful enemy is your own self.”

In our day, when technological devices bring the outside world into our sight, it has naturally become difficult for a person to focus on himself.

However, a believer should meticulously plan his concentration within the framework of priorities regarding the transcendent being of his Lord,

the immanent being of his spouse,

the overflowing being of his children,

the beings he carries of his mother/father.

If he is going to speak or act outside this framework, he should have definite information and documentation.

He should not forget that the steps taken and words spoken without information and documentation will harm both his world and the hereafter.

So, what exactly does Allah say to us in Al-Isra 36:

“Do not pursue that of which you have no definite knowledge. Because the ear, the eye and the heart, all of them will be held accountable for it.” Al-Isra, 17/36.

“Knowledge is to know knowledge,

Knowledge is to know yourself.

If you do not know yourself,

This is a lot of reading.” (Yunus Emre)

Come on!

Let’s focus on ourselves and our loved ones.

Let’s gather our scattered glances and minds.

Let’s not surrender to the trick of the devil to keep us busy with wide circles and make us forget ourselves and our surroundings.

 

Kur'an'ı Tefekkür ve İmam Kardeşlerime Bir Tavsiye

Tefekkür, ‘düşünmek’ demektir. Herhangi bir konuda derin düşünerek onun şuuruna varmaktır. Tefekkür insana mahsus bir özelliktir ve bu yüzden insanı diğer mahluklardan ayıran en önemli özellik tefekkürdür. İslâmiyet’te düşünmek çok önemlidir. Kullar zikrin kemaline ermek istiyorlarsa, dünyada ve kâinatta sergilenen ilahi kudret tecellileri üzerine derin bir şekilde tefekkür etmelidirler.

Selim bir akıl ve kalple tefekkür eden bir Mümin için; kâinatta sergilenen ilâhî kudret kanıtlarının her biri feyz alınacak, hayret edilecek ve ibret alınacak şeylerdir.

İbret almak için bakan Müslüman, insanın yaratılış safhalarını, vücudundaki benzersiz sistemleri, çevresindeki diğer canlıları, yeryüzünü, gökyüzünü, atomun moleküllerini, Güneş Sistemini ve en minik detaydan en büyük fezaya kadar daha birçok şeyin üzerine tefekkür eder ve baktığı her şeyde Allah’ın (c.c.) kudretini görebilir.

İnsanoğlunun idrakinin sınırlarını zorlayan sonsuz yaradılış ve nimet üzerine tefekkür etmek, Allah’ın (c.c.) yarattıklarını düşünmek, sevaplarını ve günahlarını düşünmek, azaplarını ve mükâfatlarını düşünmek, akıl ile doğruyu düşünmek, tefekkürün gerekliliklerindendir.

Bir Müslüman hayatın her alanına her an tefekkür ile yaklaşmalı, tefekkür etmeyi de ona sağlayanın yine Allah (c.c.) olduğunu unutmadan şükür ile yaşamalıdır. Tefekküre ihtiyacımız var. Hadiselere ibret nazarıyla bakıp bir sonuç çıkarması, her olayın yaratıcısının Rabbimiz olduğunu bilince, hayat tarzımız değişiyor. Bir başka bakıyoruz insanlara, olaylara, tabiata...

Burada şu hususa değinmekte fayda var diye düşünüyorum; Kur’an bize Rabbimizin bir mektubu değil mi? Mektubu okumadan, anlamadan ve içinde neler yazdığını bilmeden sonuç alabilir miyiz? Namazlarımızın daha anlamlı olması, aile sohbetlerimizin içinin dolması, birbirimizi daha iyi anlamamız, müsamahayı daha fazla kullanmamız için bu ilahi mektubun içeriğini bilmemiz gerekir öyle değil mi?

Bu nedenle camiye gelen cemaatimizin, imam kardeşlerimizin namazda okudukları sure ve ayetlerin manasını bilmeleri önem arz etmektedir. Özellikle sabah namazından önce okuyacağı ayetlerin Türkçe açıklamasını yapması sonunda o anki namazımızın daha şuurlu, daha dikkatli kılındığını göreceğiz. Neden Sabah namazı dedim, zira sabah namazına gelenlerin sayısı azdır. Eğer böyle bir uygulama yapılırsa cemaat sayısının artacağından eminim. Zira öyle zamanlar oluyor ki bir iki kişiyle sabah namazı kılınıyor. Ezan okunur okunmaz o günkü sabah namazında okunacak ayet ve surelerin açıklamasına geçilir ve sabaha namazına durma vaktine kadar devam ederse cemaatimiz, o günkü kıldığı namazın tadına varır.

Hatta bu uygulamayı diğer vakit namazlarına da teşmil edebilir imam kardeşlerimiz.  Böylece hem Kur’an hatmedilmiş hem de Rabbimizin mesajları anlaşılmış olur. Ve camiye gelen insanlar istifade eder. Elbette camilerimizde vaaz, sohbet eksik olmuyor ama namazda okunacak surelerin anlamları üzerinde durulursa daha etkili olur gibi bir düşünceye sahibim.

Kur’an 

Dersler verir her pasajla,

Derde deva şafi Kur’an,

İbret dolu tüm mesajla,

Arayana kafi Kur’an!

 

Ayetler oya misali,

Ruha işler bütün hali,

Yoktur onun hiç emsali,

Şüphesizdir safi Kur’an!

 

İnşa eder Hak yolunda,

Huzur verir dost dilinde,

Sevgi ile her kulunda,

Muhabbeti vafi Kur’an!

 

Nur dağından gelen nefes,

Yankılanır ilahi ses,

Hakikati bulur herkes,

Öz anlatır sahi Kur’an!

 

Işık yakar her sözüyle,

Huzur verir aşk özüyle,

Âşıklarda meşk gözüyle,

İsteyene ahi Kur’an!                                                                

 

          Namaz!

Kıyamda kıraatte Rahman’la konuşuruz,

Cemaatle birlikte Kur’an’la buluşuruz,

Maddeden ilgi keser, manaya kavuşuruz,

İsraları fetheden namazdır Miracımız!

 

Kıbleyedir yönümüz hep istikametteyiz,

Musalli kullarınla, her an selametteyiz,

Müezzin çağırınca ezanla kametteyiz,

Ahlakı zirve kılan namazdır Miracımız! 

 

Kelamı kendimize, beş vakit minhaç ettik,

Secdelere vararak, yaşları ihraç ettik,

Samimi dualarla, Resulü sertaç ettik,

Şan veren şeref veren, namazdır Miracımız!  

 

Riyasız tavırlarla yok ettik tagutları,

Ebabillerimizle imha ettik putları,

Sırat-ı Müstakimle öldürdük nemrutları,

Rahmanı dost edinen namazdır Miracımız! 

 

Emanet

OZAN GÖZÜYLE

OZAN SÕZÜYLE

               Aşık Ataroğlu

 

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

Sevgili dostlar, bu muhabbetimiz de emanet üzerine olsun istedim. Nedense biz millet olarak hatta insanlık olarak bu emanet konusunu ya anlayamadık yada anlamak istemiyoruz. Bir türlü içimize sindiremedik.

Bence insanın eğitiminde en önce verilecek ders emanet olmalı. Ana dilimiz gibi emanetin ehemmiyetini öğrenmeliyiz. Annenin babanın en önemli görevi olmalı bu emanet duygusunu evladına kazandırmak. Ama tabi duyguyu kazandırmak kendi yaşantılarıyla tezat teşkil etmemeli.

Bu duygu ve alışkanlık eğitimine okullarımızda daha da şumullü olarak devam edilmeli ve kazandırılmalı.

Bir japon atasözünde derk ki " Bize bu vatan atalarımızdan miras kalmadı, gelecek nesillerden emanet aldık"

Bu pencereden bakarak vatanımız bayrağımız cumhuriyrtimiz kültürümüz(gelenek görenek örf adetlerimiz  edebiyata eserlerimiz vb.) elimizde bulunan her şeyimiz gelecek nesillerin emanetidir.

En baştan çocuklarımız oyuncaklarını kırıyorsa, okul sıralarını kirletiyor çiziyorsa okul eşyalarına zarar veriyorsa emanet eğitimini almamış demektir.

İleriki yaşlarda çalıştığı kurumlarda da aynı sorumsuzluğuna devam ettiğini düşünün. Düşünün felaket olur değilmi. Zaten de olmuyormu. Çalıştığı fabrikayı zarara uğratanlar hatta yakanlar, yine çalıştığı kurumu babasın malı sanıp kendi menfeatına kullananlar aramızdan çıkmadımı halada devam etmiyorlarmı.

Şimdi biraz da en önceye gidelim. İnsanın ilk yaratılışına. Biz kendi kendimize olmamışız bizi en güzel şekilde yaratan ve ilkimizede Adem diyen bir yaratıcımız var. O da Allah.

Ne bedenimizin var oluşunda nede Dünyanın üzerindeki emrinize verilen her bir şeyin var oluşunda bizim bir sermayemiz yok. Sermaye Onun, onun kârı bizim. Tabi zararıda bize ait.

Senin ruhunu yaratıp üzerine bu bedeni giydiren sahibin, var oluştan bu yana daima rehberler ve kullanma kılavuzlarını da göndermiş.

Demiş ki sana verilen her şey emanet gönderdiğim rehbere birde kullanma kılavuzu verdim. Rehberden bu kılavuzun içinde yazanları öğren ve daima kılavuzu yanında taşı. Dünya hayatında neyi nasıl yapacağını bu kılavuza göre yapacaksın. Gün gelecek emanetini geri alacağım hesabıda o zaman görürüz demiş.

İnsanlığın yaratılışından bu yana ilk insanı kendi kendine ve çocuklarına rehber tain ettikten sonra binlerce rehber göndermiş ve son olarak ta bizlere Hz. Muhammed Mustafa'yı(s.a.v) rehber olarak göndererek hayat ve kulluk klavuzumuz olarakta Kuranı vermiş.

Dostlar bu konuda yazılacak çok şeyler var ama ben sözü şuraya getirmek istiyorum.

Şu anda tüm Dünyayı sarsan bir Çorana virüsü var.Bütün Dünya milletleri bu virüsle kalkıyor bununla yatıyor. Haberlerin hepsi virüs üstüne. Her kafadan tavsiyeler yorumlar. Ayrıca komplo teorileri. Bundan sonra yaşantı şöyle olacakmış böyle olacakmış.

Dostlar Dünya veya yaşantı sağ kalanlar için nasıl olur kimsenin bileceği bir şey değil.İnsanların komplo teorileri varsa Allah'ın değişmez kaderi var. Allah'ın indinde her şey biliniyor ve işleyiş ona göre gidiyor.

Eee Ataroğlu sen işi bitirdin yani hiç bişey yapmıyalımmı der gibisiniz. Asla öyle bir şey demiyorum. Tabi ki üzerimize düşeni yapacağız.

Hemen kullanma klavuzumuza ve rehberimizin tavsiyelerine baktığımızda zaten çok açık .

Ne buyurmuş efendimiz rehberimiz "Bir yerde veba varsa oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba varsa da oradan da çıkmayınız"

İşte sana talimat uymalısın. Daha başka dinimiz ilim dinidir. Doktorların ve bilim adamlarının tavsiyelerine uyacağız. O zamanlar veba şimdi Corona. Geçen çağlar içinde nice virüsler, bulaşıcı hastalıklar çıkmış binlerce insan can vermiş.

Bunların hepsinden yaratan haberdar. Onun izni olmadan hiç bir şey çıkamaz. O dilemezse kimse bir şey dileyemez.

Dostlar muhabbetimizin başında konuşmuştuk ya bu beden bize emanet biz emaneti korumakla görevliyiz. Ölümün ne zaman nerde ne şekilde geleceğini bilemeyiz.

O zaman yapacağımız bütün korunmaları Allah'ın emri olarak yapmalıyız. İşte o zaman hareketleriniz ibadet hükmüne de geçiyormuş.

Vazifeni yap tevekkül et.

Haa, kendi emanetimizi korurken başkalarının emanetine de saygılı olmalıyız çünkü onunda hesabını bizden soracaklar.

Dostlar araya birde fıkra koyalımda hem düşünelim hem de birazcık gülelim.

Babayla oğlu deniz kenarına kamp yapmaya gitmişler. Çadırlarını kurup eşyalarını yerleştirmişler.

Akşama kadar yüzmüşler spor yapmışlar zamanı gelince de yatmışlar.

Gece bir ara baba uyanmış ki yıldızlar görünüyor. Hemen oğlunu kaldırmış demiş bak bakalım yukarıda ne görüyorsun bir değişiklik varmı.

Oğlu yıldızları görüyorum baba deyinca babası tekrar sormuş. Nasıl olmuş bu iş. Oğlu başlamış anlatmaya demiş , Astronomi ilmine göre yıldızlar birer güneştir onlardan galaksiler oluşur falan derken babası ensesine yapıştırmış.

Demiş ulan salak oğlum görmüyormusun çadırı çalmışlar.

Sevgili dostlar inanın çoğumuzun üzerimizdeki çadırdan haberimiz yok ahkam kesiyoruz.

Anlayan ne anlarsa anlasında ben bir ozan olarak muhabbete bir şiirle son vereyim.

Sağlıcakla kalın.

EMANET 2

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

 

Emanetin sahibi var

Odur bize en güzel yar

Yeşil ova karlı dağlar

İniş yokuş düz emanet

 

Karun kadar malın olsa

Evin Barkın altın dolsa

Hesabı var nasıl olsa

Çok emanet az emanet

 

Geçen ömrüm bunca yaşım

Elim kolum ayak başım

Dilim dişim gözüm kaşım

Aynadaki yüz emanet

 

Dört mevsim gelip geçecek

Herkes ektiğin biçecek

Onlar bir mevsimlik çiçek

Torun oğlan kız emanet

 

Ataroğlum gönül eri

Emanete ver değeri

Benim sinem yangın yeri

Ocak onun köz emanet

VEYİS ERSÖZ HOCA’YI “İYİ BİLİRDİK…

Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate dönerek “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurladık.

Veyis Ersöz Hoca’mızı en son olarak Aydoğdu semtindeki evinde 4 Haziran 2018 Pazartesi günü ziyaret ederek elini öpmüştüm. Daha önce de Salih Sedat Ersöz Bey’in evinde Konya Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Dr. Mustafa Güçlü ve üyeleriyle birlikte hatıralarını dinlemiştik. Konya Aydınlar Ocağı, Yazar Veyis Ersöz için Şükran Gecesi düzenleyerek ve teşekkür plaketiyle taltif ederek büyük bir vefa örneği göstermişti. O gecede de kendisinden hayatıyla ilgili çok anlamlı ve düşündürücü, genç nesillere ışık tutan hatıralar dinlemiştik.

Merhaba Gazetesinde 1994’ten 2001’e kadar yazı işleri müdürü olarak görev yaptığım süre içerisinde yazılarını bazen elden, bâzan de görev yaptığı Konya İlim Yayma Cemiyeti’nden bir başkası vasıtasıyla gönderirdi. Elden getirdiği zaman yazısını okur, beraber mütalaa eder ve memleket meseleleri hakkında konuşurduk.

Ziyaret ettiğimiz günden elli dört gün sonra vefat haberini aldığımda; “İmanla yaşadı, imanlı öldü!” dedim. Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate döner ve “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurlarken de oğlu Ömer Ersöz’ün dediği gibi Velhasılı Kelam Güzel Yaşadın, Güzel Öldün” deme makamındayız.

Kabri nurla dolsun, mekânı cennet olsun ve Rabbim bizleri de cennetinde cem eylesin.

 

allaha-ismarladik.jpg

Veyis Ersöz Hoca imanlı bir şekilde iyi yaşadı, imanıyla birlikte iyi bir şekilde aramızdan ayrıldı.

Kendisinden pek çok hatıra dinledim. Hânesine gittiğimde duvarda asılı duran levhada şu güzel hadisi şerif yazılı idi:

“Allah’ım! Dünyada bize iyilik ver. Ahirette de bize iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Veyis Hoca, yazılarında devamlı olarak iyiliği emreder, kötülükten sakındırarak kötülere karşı savaş açardı. 

Televizyon izlerken, gazete okurken ya da ya da herhangi bir yerden geçerken görmek veya duymak istemediğiniz birçok şeyle karşılaşırsınız. Fakir insanlar, cinayetler, toplu kıtaller, katliamlar, açıkça haksızlığa uğrayan ama hakkını arayamayan kişiler, kavgalar, sataşmalar, küfürler, incitici ve aşağılayıcı sözler, çekişmeler, tartışmalar, çeşit çeşit menfaat uğruna çıkartılan huzursuzluklar, zorbalıklar ve daha birçokları.

Elbette siz de herkes gibi huzur ve güvenlikli, hiç kimsenin bir diğerine zarar veya tedirginlik vermediği, insanların barış ve dostluk içinde yaşadıkları, birbirlerinden daima güzel, övücü, saygı ve sevgi dolu sözler işittiği bir toplumda yaşamak istersiniz. Elbette diğer bütün insanlar gibi siz de televizyon kanallarını değiştirdiğinizde, gazete sayfalarını çevirdiğinizde veya işinizde, evinizde, ailenizle birlikteyken hep güzel ahlâka sahip, neşeli, candan, dürüst, saygılı, sevgi dolu, hoş sohbet insanlar görmek, hep müjdeli ve güzel haberler duymak istersiniz.

Barışın, huzurun ve güven ortamının hakim olduğu bir toplumda yaşamayı samimi olarak isteyenler arasında ortaya koyduğu kitapları, yazdığı makaleleriyle Veyis Ersöz’ü gördüm, hayatını anlattığında mücadele dolu, zulme karşı çıkan zâlime asla alkış tutmayan onurlu ve zorlu bir kaleme şahitlik yaptığımı söyleyebilirim.

Muhit ve çevrenize baktığınızda olayları akıl, vicdan ve sağduyu ile değerlendirdiğinizde, yukarıda sıraladığımız bütün bu güzelliklerin insanlar arasında hakim olması için çalışan, bütün vaktini, imkânlarını ve enerjisini buna vakfeden insanların var olduğunu fark edeceksiniz.

veyis-ersoz-2.jpg

İşte Veyis Ersöz de vakıf bir insan olarak karşımızda duruyor.

O halde size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmeliyiz.

İçinde bulundukları refahın, huzurun peşine düşen zulmedenlerden, suçlu ve günahkârlardan olmamak adına; yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi iyi insanlardan olmalıyız.

Unutmayınız ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.

Unutmayın ki zulme rıza göstermek, yeryüzünde durmak bilmeyen kötülüklere karşı ses çıkarmadan seyirci olmak, herşeyi balkondan seyretmek, zulmün ta kendisidir.”

 

AZİZİM DİYOR Kİ…

Veyis Ersöz Hoca, en son verdiği pozunda bizlere el sallıyordu. Yâni bize ve sevdiklerine; “Allahaısmarladık, hoşça kalın, elveda…” diye mesaj yolluyor.

Gerçek ahiret yurduna imanlı bir şekilde göçen Veyis Hoca’m!

Güle güle…

Nûr içinde yat.

Yoldaşın Peygamberimiz olsun.

Helâ'in Merkeze Alındığı Uluslararası Kongre Tamamlandı

    Uluslararası Helal Kongresi 2024 yılı 17-19 Mayıs tarihleri arasında Lokman Hekim Üniversitesi öncülüğünde Ankara DSE Genel Müdürlüğü Salonlarında gerçekleştirildi. Agricities (Uluslararası Tarım şehirleri Birliği)’nin de paydaşı olduğu Uluslararası Helal Kongre programı çok verimli olarak tamamlandı.

     Kongrenin ana teması; “Helal Ürün ve Hizmetlerde İzlenebilirlik Ve Helal Ekosistemde Güncel Gelişmeler” olarak belirlenmiştir. Kongrenin ana teması kapsamında Helal Ürün kapsamında gerçekleştirilen oturumlarda “Helal Ürün Ve Hizmetlerde İzlenebilirlik, Dijital Dünya ve Helal Yaşam, Helal Kazanç Bilinci Duyarlılığı,  Helal Belgelendirme   Helal Akreditasyon Ve Uluslararası Tanınırlık,  Helal Yaşam Alanları Ve Helal Ekosistemde Güncel Gelişmeler (Helal Gıda, Helal Kozmetik, Helal Turizm Helal İlaç, Helal Finans, Helal Tekstil,  Helal Lojistik, Helal Yönetim, Helal Dijital Yaşam) Başlık ve alt başlıklarında sunumlar gerçekleştirilmiştir. Müslümanlar için vazgeçilmez olan helal kavramı ile ilgili en güncel gelişmeler ortaya konularak konunun akademik, ahlaki, etik,  hukuki, sosyal ve vicdan boyutları ön plana çıkartılmıştır. Helal yaşam tarzı kapsamının öncelikle Müslümanlara hitap etmesi vurgulanmış ancak onun ötesinde uluslararası yaşam arenasında bütün insanlığın sığınacak güvenli bir liman olduğu net bir şekilde ifade edilmiştir.

     Helal bilinci ve helal belgelendirme konusu insanı ve toplumun birçok yönden kuşatan temel kapsamlı ve önemli bir konudur. İnsan ve değer, ekonomi, iktisat, ticaret, ahlak, interdisipliner olmak üzere psikoloji, sosyoloji ve benzeri alanların hepsiyle ilişkisi vardır. Helal kavramının; her Müslümanın yaşam zemini ve İslam medeniyetinin baskın karakterini ifade eden bir kavram olduğu dikkate alınıp düşünüldüğü zaman konunun kapsamı zihinlerimizde daha anlaşılabilir şekilde netleşmektedir. Müslüman toplum için yaşam zemini ve temel bir sorumluluk olduğundan helal ürün endüstrisi güçlü bir fikri ve manevi temele sahiptir. Konunun ekonomik yönü nedeniyle bu alana katkı yapanların sadece Müslümanlar olmadıkları da bilinen gerçeklerdendir.

     İslam, varlığı bir bütün olarak ele alır. Allah (c.c.)’ın hikmeti ile var kıldığı kâinat ve insan… Bu varlık karşısında İslam; hem varlığı açıklar hem de ona karşı nasıl bir tutum içerisinde olunması gerektiğini ortaya koyar. Varlığı ve onun cüzleri nasıl anladığımız sosyal ekonomik ve siyasi boyutlarıyla insan pratiğinde karşılığı bulan tutum ve davranışlar da belirler. İnsan öğrenmek, bilmek, anlamak, kavramak, İlâhi hikmeti kudreti, San’atı takdir etmek kabiliyetlerine sahip, bu kabiliyetlerini ebedi hayata taşımak için kalbini, ruhunu, arındırarak manevi terakki amacını gerçekleştirmesi gereken özel bir varlıktır. Tam da bu açıdan bakıldığında İslam’ın helal-haram, iyi ve kötü kavramlarının insan açısından anlamları, belirtilen amaç ile bağlantıları netleşmektedir. Kur’an-ı Kerim insanın yaratılış amacı olarak bilme/kavramayı göstermektedir. Bu bilme, dünyadaki sınırlılığına karşın, İlahi hikmetin sonsuz tecellisine mazhar olunacak ebedi hayatta esasen gerçekleşecek. Bu yolda yürüyebilmesi için Allah (c.c.)  insana ruhundan üflemiş, ilk İnsana isimlerin tamamını öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmıştır. “İnsan hakkında Allah (c.c.) “Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık” (Tîn Sûresi âyet:4) buyurmuştur. Allah Teâlâ insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. Sûrede ‘en güzel biçimde yarattık’ ifadesi bu hususu belirtmektedir. İnsan serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini güzel kullanarak ‘kâmil insan’ olacak yahut da aksi yönü tutarak şuurlu varlıkların ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır. Kur’an- Kerîm, insanın şerefine ve varoluş amacına uygun olarak daima helal, temiz, nezih yiyecekleri ve davranışları emretmiş habis, necis olanları haram kılıp yasaklamıştır. Bunun içindir ki Rol Model peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s); “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381)  Buyurmuştur. 

     İnsan ilahi hikmet ve tecelliye mazhar olabilmek bir gönül ile yaratılmış, ebedi hayata bu kabiliyetleri köreltilmemiş bir kalp ile ‘kalbi selim’ ile gelmesi istenmiştir. Bu nedenle insanı ebedi menzile vardıracak yol helal ile tanımlanan yoldur ve İslam’ın hükümleri bu çerçevede anlamını bulmaktadır. Helal kavramı, dinen izin verilen yapılabilir ve meşru olan anlamına gelir bu kavram dini değerler açısından insan ve yaşam arasındaki müspet örtüşmeyi ifade eder. İslam’a göre eşya ve fiillerde asıl olan helal olmaktır. Bu kavram ile ifade edilen çerçeve, güncel yaşamın bütün alanları kuşatan bir kapsamlığa sahiptir. İnsanın, İslam’ın hedeflediği şekilde var olabilmesi kendisini gerçekleştirmesi ve manevi terakkisinin zemini olması önemlidir. İslam, helal, temiz ve nezih olan zeminin dışına çıkılmamasını, necis, habis, pislik alandan uzak durulmasını emrederek bu yönde bir şuur oluşmasını sağlamıştır.

Âyet-i Kerîmelerde: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan maddelerin helâl ve temiz olanlarından yiyin; şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o apaçık düşmanınızdır.” (Bakara Sûresi âyet:168) “Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yeyin” (Mâide Sûresi âyet:88) buyurulmuştur.

Helal, ekosistem ve belgelendirme açısından bakıldığında helal bilincinin iki yönlü olduğunu öz olarak belirtilmiştir. Tüketici ve Üretici bilinci. 2(iki) milyar nüfusa sahip olan İslam dünyasında, helal bilinci ile beslenen ve sürekli artan bilinçli tüketim oranı, bütün bir endüstri ve hizmette üreticileri helal sertifikalı üretime yönlendirmektedir. Helal farkındalığı üreticileri aynı zamanda ürünün helal süreci konusunda tüketicileri ikna etme yönünde çalışmalara ve şeffaflığa da teşvik etmektedir. Helal bilincinin olumlu katkı yaptığı alanlardan biri de ‘gıda güvenliği’ dir. Özellikle Müslüman ülkelerde gıda güvenliği ve helal birlikte yürütülmektedir. Çünkü helal güvenli, sağlıklı hijyenik özellikler gerektirir ve gıda güvenliği hedefleri ile paralellik arz eder. Kur’an-ı Kerimdeki tam ifadesiyle ‘Halalen Tayyiben’ meşru, güvenli ve zararlı olmayan anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki gıda açısından ifade edecek olursak helal gıda Müslümanım diyen herkesin vazgeçilmezidir diyebiliriz. Ayrıca gayrimüslimlerin de sertifikalı ürünlere yönelmesi kaçınılmazdır diye düşünüyorum.  Helal bilincinin üretim ve tüketim ahlakını beslediğini unutmamalıyız. Allah (c.c.)’ın bize verdiği rızkı tüketmenin sadece biyolojiyi değil, şahsiyeti, dini hayatı ve ibadetleri etkileyen manevi ve ahlaki boyutları olduğu zikredilmiştir. Ahlakı oluşturan temel kavramlarımızın bir kısmı şöyle diyebiliriz: Alın teri, helal kazanç, helal rızık, Tayyip, bereket, ameli Salih. Bunların karşısında sakınılması gereken davranışları ifade eden olumsuz kavramların bir kısmı ise şunlardır; haram kazanç, aldatma, riba, alkol, haksızlık, hırsızlık, gasp, ihtikâr, rüşvet, yetim malı, kul hakkı, zülüm gibi.

     Yapay et konusunun konuşulduğu oturum sonunda söz alarak, Diyanet İşleri Din İşleri Yüksek Kurulunun yapay etin helal ve hara olduğu ile ilgili bir fetvasının olmamasının yanlış değerlendirilmemesi gerektiğini ifade ettim. Helal veya haram denilmeyişi konu hakkında doğru bir karara varılamayıp içinde bazı şüpheleri barındırdığındandır diyerek şüpheli şeylerden sakınılması gerektiğini bildiren hadisi aktardım. Hadis-i Şerifte: “Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisi arasında, birçok kimsenin bilmediği şüpheli hususlar vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüphelileri işlerse, zamanla harama düşer. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her sultanın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu sâlih olursa, bütün vücut sâlih olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” (Müslim, Müsâkat, 107, 108. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 39; Büyû’, 2; Ebû Dâvûd, Büyû’, 3/3329; Tirmizî, Büyû’, 1/1205; Nesâî, Büyû’, 2; Kudât, 11; İbn-i Mâce, Fiten 14)

Yapay ete helal fetvası verilemediğine göre şüpheli kapsamdadır. Şüpheli şeylerden sakınmamızda emredilmiştir. Ayrıca tek dertleri para kazanmak olan yapay et savunucuları Bill Gates, Elon Musk v.b. kişilerin insanlığın hayrına bir şeyler yapmayacakları, paralarına daha çok para kazandırma hırslarına sahip oldukları düşünüldüğünde şüphenin yeni şüpheleri doğuracağının düşünülmesi durumunda yapay ete şimdilik olumlu yaklaşım gösterilemeyeği kanaatimi ifade ettim. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurul Üyeliği yapmış olan Muhlis Akar kardeşimiz, toplantıdan erken ayrılıp şahsımla görüşemediği için, TSE de Daire Başkanı, Genel Sekreter Yardıcılığı görevlerinde bulunan Doğan Yazar Bey ile haber gönderip yaklaşımımı ve görüşümü takdir ettiğini ve aynı görüşte olduğunu belirtmesi de bizi ziyadesiyle mutlu etmiştir.

    Zaman zaman birçok konuda istişare ettiğimiz Gazi kara Pilot Albay Nihat Abayhan kardeşimiz, Uluslararası Helal Kongrede olduğumuzu duyunca ekteki mesajı yazıp gönderdi. Kendisi FUY (Fıtrata Uygun Yaşama) üzerinde çalışmaları olan bir kardeşimizdir. Mesajında: “Helal gıda projesi; Üretimden pazarlamaya, finansmandan satışa, tüm üretim ve tüketim süreçlerini, eğitimden spora ve turizme tüm hizmet sektörünü,  İslam'a uygun olarak düzenlemeyi hedeflemektedir. Bundan dolayı; maddi, manevi ve zihni olarak ifsat edilmiş insanlığın, fıtratına dönebilmesi için, kapitalist seküler dünya düzenine karşı, faizsiz, gerçekçi bir sosyo ekonomik model sunmaktadır. Helal gıda projesi; Kur'an ve sünnetin, İslam ahlak ve ekonomisinin, İslam şeriatının, ferdi ve sosyal hayatta yaşamanın ve yaşatmanın ciddi bir adımı ve uygulamasıdır. En büyük tebliğ ve cihattır.” diyerek katkılarını sunmuşlardır. Rabbimiz katkı sunanların her birinden ebeden razı olsun.

    Lokman Hekim Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen Uluslararası Helal Kongre Programının ana salon ile birlikte 1.2. salonlarda da çok verimli sunumlar gerçekleştirildi. İkinci gün 1 Bir nolu salonda; 2. ve 3. Oturumlarda Sözlü Değerlendirme için Jüri olarak görevlendirildik. Dolu dolu çok özel ve güzel geçen Kongreden azami derecede faydalandık. Düzenlenmesinde çok büyük emeği olan Lokman Hekim Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Gültekin Hoca’mızın şahsında bütün emeği geçenlere kalb-i şükranlarımı sunarım.

     Rabbimiz, haramlardan uzak durarak helaller dairesinde hayat yaşayan Mü’minlerden olmamızı her birimize lütfeylesin. Sıhhat ve âfiyetler dilerim.

     omerlutfiersoz@gmail.com

 

ÖNERİYORUM!

DİYANET, "DEZENFORMASYONLA MÜCADELE MERKEZİ" KURMALIDIR

Gazete, dergi ve televizyonlar dahil bilumum yazılı basın ve görsel yayın organlarında, facebook, tiktok, instagram, x/twitter gibi tüm sosyal medya mecralarında, Yüce İslam Dini hakkında o kadar çok yanlış bilgiler veriliyor, o kadar çok uydurma hikayeler ve akla, mantığa, ilme, tarihi vak'alara aykırı öyle asılsız rivayetler anlatılıyor ki, bunları bizim bir fert olarak takip etmemiz ve hepsine cevap vermemiz mümkün değil!..
Mevcut yasalara göre, "Toplumu din konusunda aydınlatmakla görevli" Diyanet İşleri Başkanlığı, hem resmi hem de muteber ciddi bir kurum olarak bu takibi yapmalı, uzmanlarıyla bunlara tek tek cevap vermeli ve kamuoyunu bilgilendirmelidir. Bu yapılmadığı takdirde, halkımız, yalan-yanlış anlatılan sözde dini bilgileri doğru zannedip kandırılmakta, sapık yollara sevk edilmektedir.
Bunu önlemek için önerim şudur:
Tıpkı Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'nda kurulan "Dezenformasyonla Mücadele Merkezi" gibi, Diyanet'te de aynı isimde bir Merkez kurulmalı ve bu Merkez tüm medyayı her gün tarayarak; Allah, Peygamber, Hz.Muhammed, Din, İslam, Kur'an.. gibi dini kelimelerin geçtiği haber, yazı, yapım ve paylaşımları tarayıp takip etmeli, yanlış bilgileri tashih ederek halkımızı doğru bilgiyle aydınlatmalıdır.
Kendilerine, hoca, imam, şeyh, gavs, kutup, halife, mehdi, Allah dostu vs. gibi isimler verdirerek etrafına topladığı insanlarla bir cemaat oluşturan, ilim ve irfandan mahrum, kara cahil, kaba softa, ham yobaz bazı sahtekâr din bezirgânları, sırtlarına cübbe, başlarına da sarık geçirerek sosyal medyada arz-ı endâm etmekte, resmiyette "dur" diyen çıkmadığı için de, dini tahrif ve toplumu ifsat faaliyetine devam etmektedirler.
Nasıl ki, Tarım Bakanlığı, insan vücûduna zararlı gıdaları takip ve tespit edip bunları imha ediyor ve îmâl edenleri ve satanları cezalandırıyorsa;
Aynı şekilde,
Sağlık Bakanlığı, insan sağlığına/bedenine zarar veren ilaçları yasaklıyor, bunları tespit ettiğinde imha edip yapanları cezalandırıyorsa;
Diyanet de bir devlet kurumu olarak ve üstelik kanunun kendisine verdiği yetkiye dayanarak "Din konusunda halkı aydınlatma" görevini yerine getirmek üzere, hiçbir dînî temele ve doğru bilgiye dayanmayan sözlerle ve görüntülerle insanların maneviyatını ifsat eden, ruhsal bunalıma sürükleyen, psikolojik dengesini bozan ve dînî değerleri istismar edip toplumun huzurunu kaçıran bu insanlara engel olmalı, doğru bilgileri verip halkı aydınlattıktan sonra da bunu yapanları TCK'da karşılığı olan madde ile cezalandırmak için yargıya intikal ettirmelidir.
Çünkü, insan vücudunu ve bedenini anlamlı kılan, ruhu ve maneviyatıdır. Ruh yoksa, beden cesettir. Bedene verdiğimiz değer ve korumayı, ruhumuza ve maneviyatımıza da vermemiz gerekmez mi?!..
TEĞMENLERİN KILIÇLI EYLEMİ

30 Ağustos Cuma günü Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu Diploma Alma ve Sancak Devir Teslim Töreni’nden sonra teğmenlerin tören prosedürü dışında yaptıkları kılıçlı eylemi gündem oluşturmaya devam ediyor.

Konunun önemine binaen bu haftaki yazımın konusunu bu olay oluşturacak.

Öncelikle olayın nasıl vuku bulduğuna bakalım. Kara Harp Okulundan mezun olan teğmenlerin diploma törenleri yapılmış, birinciler diplomalarını Cumhurbaşkanı aynı zamanda Başkomutan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden almış, kanunda geçen şekliyle yeminlerini yapmışlardır. Ne olduysa bundan sonra olmuştur.

Bin kişilik mezun grubundan teşekkül eden teğmenlerin 300 kişiden oluşan bir bölümü toplanmışlar ve kılıçlarını çekerek önce “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atmışlar sonra da kanunda yeri olmayan bir yemin metnini dönem birincisinin öncülüğünde toplu olarak tekrarlamışlardır. Kılıçla yaptıkları bu yemin metni şöyle:

“Ant içeriz ki laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız. Şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacağız. Ne mutlu Türküm diyene!”

Esasen bu kılıçlı eylemden önce, törenin resmi kısmında, programın sunucusu şu duyuruyu yapmıştı: “Dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu’nun konuşması ve mezun olan teğmenlere and içtirmesi.” Bu duyuruyla birlikte kürsüye çıkan Teğmen Ebru Eroğlu, Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde bir konuşma yaptı ve konuşmasının sonunda teğmenlere and içirdi. Bu and Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 37. Maddesindeki anttı. Dönem birincisi Teğmen Eroğlu böylece 1 saat arayla arkadaşlarına biri resmi ve kanuni diğeri de gayri resmi ve gayri kanuni olan iki ant içtirmiş oldu.

İşte bu eylem gündem oluşturdu ve tartışmaların odağına oturdu. Ne oluyordu? Yeni bir kalkışma mı yaşanıyordu? Bu eylem yeni bir darbenin ayak sesleri mi idi?

Bu eylemle ilgili çok şey yazıldı, söylendi. Bendenizde bu eylemle ilgili görüş ve düşüncelerimi yazmaya karar verdim. Görüş ve düşüncelerimi kafama göre değil, yapılan eylemle Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununu kıyaslayarak yazacağım.

Öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununda geçen konu ile ilgili maddeleri görelim.

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu:

Madde 1 – Türk Silâhlı Kuvvetleri: Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri subay, askerî memur, astsubay, erbaş ve erleri ile askerî öğrencilerden teşekkül eden ve seferde ihtiyatlarla ikmal edilen, kadro ve kuruluşlarla teşkilâtı gösterilen silâhlı Devlet kuvvetidir.

Madde 13 – Disiplin: Kanunlara, nizamlara ve amirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir. Askerliğin temeli disiplindir. Disiplinin muhafazası ve idamesi için hususi kanunlarla cezai ve hususi kanun ve nizamlarla idari tedbirler alınır.

Madde 14 – Ast; amir ve üstüne umumi adap ve askeri usullere uygun tam bir hürmet göstermeye, amirlerine mutlak surette itaate ve kanun ve nizamlarda gösterilen hallerde de üstlerine mutlak itaate mecburdur. Ast muayyen olan vazifeleri, aldığı emri vaktinde yapar ve değiştiremez, haddini aşamaz. İcradan doğacak mesuliyetler emri verene aittir. İtaat hissini tehdit eden her türlü tezahürler, sözler, yazılar ve fiil ve hareketler cezai müeyyidelerle men olunur. 

Madde 35 – Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.

Madde 37 – Silahlı Kuvvetlere katılan her asker andiçer. And sureti aşağıdadır:

"Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim."

Madde 43 – Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları siyasi faaliyette bulunamaz. Bundan ötürü Silahlı Kuvvetler mensuplarının siyasi parti veya derneklere girmeleri bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, her türlü siyasi gösteri, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla nutuk ve beyanat vermeleri ve yazı yazmaları yasaktır.

Madde 110 – Askeri merasimler; Askeri Merasim ve Protokol Talimatnamesi esaslarına göre yapılır.

Birinci madde Türk Silahlı Kuvvetlerini yani Türk Ordusunu, Türk Askerini “Devlet Kuvveti” olarak tarif ediyor. Yani Türk Ordusu, Türk Askeri kimin ordusu, kimin askeri imiş? Devletin Ordusu, Devletin Askeri…

Eylemde atılan slogan nedir? “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur. Kurucu olsa bile Türk ordusu, Türk askeri bir şahsın, bir kişinin askeri midir yoksa topyekûn Türk Milletinin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ordusu, askeri midir? Bir grupta çıksa “Biz de falanın askerleriyiz” dese ne olacak? Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanununun birinci maddesi, ordunun, devletin ordusu olduğunu belirlemiş.

Ordumuz Türk Milletinin ordusu olduğu içindir ki ona “Peygamber Ocağı” denmiş, askerimize de Peygamber Efendimizin ismiyle küçük Muhammed anlamında “Mehmetçik” denmiştir. 

Kaldı ki ordumuzun ismini Türk Ordusu olarak koyan Mustafa Kemal Paşanın bizzat kendisidir.

“Ordu, Türk ordusu... Bütün milletin göğsünü itimat, gurur duygularıyla kabartan şanlı ad... Türk orduları, tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar, fedakârlıklar göstermiştir. Türk ordusu; dünyanın hiçbir ordusunda seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir” sözleriyle ordunun kendisinin değil, Türk milletinin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Ordusu olduğunu ortaya koymuştur.

Diğer yandan “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” cümlesi bir siyasi parti ve düşüncenin kullandığı bir kavram haline gelmiştir. Bu cümle bu nedenle siyasi içerik taşımaktadır. Sarf ettiğiniz sözler doğru bile olsa, birileri tarafından siyasi bir argüman olarak ve bir yerlere mesaj vermek amacıyla kullanılıyorsa, bu argüman hele hele teğmenler tarafından slogan olarak atılıyorsa tabii ki toplumun bir kesiminde rahatsızlık uyandıracaktır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanununun 43. Maddesi her türlü siyasi gösteri, toplantı, nutuk ve beyanatı yasaklamıştır.  

Yaptıkları yemine gelecek olursak öyle bir yemin metni yoktur. Bu bir yemin metni değildir. Bu, birilerinin yazdığı bir metindir. Kanuni olan yemin metni bellidir. Yukarıda yazdığım gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanununun 37. Maddesinde yemin metni açıkça yazılmıştır. O da zaten resmi törenle yapılmıştır. Her ne kadar içinde doğru ve katıldığımız ifadeler olsa bile, ikinci bir yemin hem gereksiz hem kanunsuz olmuştur.

Resmi tören bittikten sonra sahanın bir tarafında toplanan 300 kadar teğmen grubunun bu eylemi masumane görünmüyor. Bu eylem, organize edilmiş bir görüntü veriyor. Birilerinin önceden hazırlık yaparak bu genç ve tecrübesiz teğmenleri kullandığı görüntüsü eylemin her halinden belli oluyor. Normal prosedürün dışında yapılan bu eylem asla doğru değildir.

Daha önceki törenlerde resmi tören biter, öğrenciler serbest kaldıktan sonra ailelerinin yanına gider, annelerinin babalarının ellerini öperler, onlarla vakit geçirirler, sonra da yine askeri törenle sahadan ayrılırlardı. Böylesine bir eylem olmazdı, zaten böyle bir eylem Türk Silahlı Kuvvetlerinin ruhuna aykırıdır.  Gelenekte olmayan bir eylemin şimdi yapılması dikkat çekici olmuştur. 

Bu arada bu genç çocukların mutlaka komutanları var. Bu olaylar olurken o komutanlar neredeydi? Resmi törenden sonra sahadan ayrılıncaya kadar teğmenlerin başında bulunması gereken komutanlardan hiç biri yanlarında yok. Müdahale eden olmadığı için bu yasa dışı eylemi rahatlıkla yapmışlar. Bu sebeple komutanların ihmali de söz konusu. 

Her 10 yılda bir darbeler yapılan bir ülkede yaşıyoruz. 15 Temmuz darbe girişiminden buyana henüz 8 yıl geçti. Bir dönem bazı gazeteler tarafından, “Genç subaylar rahatsız” manşetleri atılıyordu. 1960 darbesini, 39 subay yaptı, general bile yoktu içlerinde. Geçmişteki bu olaylara baktığımız zaman, teğmenlerin kılıçlı eylemi üzerine “Yine darbe mi geliyor?” endişelerine katılmamak mümkün değil.

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 13. Maddesinde disipline yer verilmiş ve “Askerliğin temeli disiplindir” denmiştir. Burada 300 kadar teğmen kendi kafalarına göre bir eylem yapmışlardır. Bu yapılan askeri disipline aykırıdır. Yani disiplinsizliktir.

Aynı kanunun 14. Maddesinde “Ast; amir ve üstüne umumi adap ve askeri usullere uygun tam bir hürmet göstermeye, amirlerine mutlak surette itaate ve kanun ve nizamlarda gösterilen hallerde de üstlerine mutlak itaate mecburdur” denilmektedir. Bu eylem üstlerin emriyle yapılmamıştır. Emirle yapılmış olsaydı teğmenlerin tümünün katılması gerekirdi. Sadece bir grup teğmen katıldığına göre, bu eylem kanunda geçen adap ve askeri usullere aykırı yapılmıştır. Aynı zamanda amirlere itaat edilmemiş, askeri kanuna açıkça aykırı bir iş yapılmıştır.

Kanunun 35. Maddesi silahlı kuvvetlerin vazifesini açıkça belirtmiştir. Yukarıya yazdım. Ordunun vazifesinin vatanımızı dışarıdan gelecek tehdit ve tehlikelere karşı korumak olduğu kanunla belirlenmiştir. Ordunun laikliği ve demokrasiyi korumak gibi bir görevi yoktur. Bu görev siyasetin ve milletindir. Teğmenlerin “laik ve demokratik Cumhuriyeti koruyacağıma” diyerek ve kılıç sallayarak yaptıkları yemin askeri kanuna aykırıdır. 

Kanunun 110. Maddesinde askeri törenlerin nasıl yapılacağı belirtilmiştir. 30 Ağustos’taki diploma töreni kanunda geçen şekliyle resmi olarak icra edilmiş, bitmiştir. Daha sonra yapılan kılıçlı eylem hem kanunlara aykırılık, hem disiplinsizlik, hem haddi aşma, hem siyasi görüntü veren prosedür dışı, mevzuat dışı, vazife dışı bir eylem olmuştur. Önemli olan bu eylemde okunan metnin içeriği değil, bizatihi böyle bir eylemin yapılabilmesidir. Yani ne söylendiğinden ziyade fiiliyat önemlidir.

Asker normal olarak toplu dilekçe veremez, toplu şikâyette bulunamaz. Bunlar askeri kanunla yasaklanmıştır. Peki toplu dilekçe veremeyen, toplu şikâyette bulunamayan asker nasıl olur da kılıçla toplu eylem yapabilir? Toplu dilekçeden, toplu şikâyetten çok daha vahim sonucu olan bu toplu eylemin toplumumuzda rahatsızlık uyandırması gayet tabidir. 

Ortada kesinlikle önceden planlanmış bir organizasyon var. Aksi halde hepsi aynı yöne yürüyüp aynı kılıçları çekip bir çember oluşturamaz, birinin de öne geçip o cümleleri söylemesi ve söyletmesi mümkün olmaz. Demokratik hukuk devleti olan bir ülkede, ordu veya ordu içindeki bir grup bunu yapamaz.

Bir kısım subayın toplanarak, kılıçlarını çekerek, sloganlarla bir yerlere mesaj vermeye kalkması her bakımdan suçtur. Bu olay, askerlik kavramıyla, yurt savunmasıyla, cephe göreviyle ilgili değildir. Bu tamamen siyasi, politik, ideolojik bir eylemdir.

Bu sebeple bu eylemle ilgili Milli Savunma Bakanlığı gerekli soruşturmayı yapmalı, bu genç teğmenleri kullanmaya kalkanlar tespit edilerek gerekli cezalar verilmelidir. Bu genç teğmenlerin de kulakları çekilmeli ve bir daha böyle kanunsuz ve disiplinsiz bir işe kalkışmamaları için gereken önlemler alınmalıdır. Sağlıklı ve mutlu yarınlar diliyorum.    


YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi