Bugün; 08 Haziran 2023, Perşembe
YAZARLAR
Bir Yağmur Kaçağı

Bu yıl bahar yağmurlu günlerle geldi, öyle de devam ediyor. Bu nedenle toprak nemli ve üzerindeki türlü nebatat canlı, renkli ve insanın içine işleyen bir güzellik taşıyor. Kuşların hali de oldukça hoş. Bizi bereketli bir yaz bekliyor Allah’ın izniyle. Her bahar olduğu gibi şair yüreklerde de bir değişim, bir etkileşim bu baharda da gözlemleniyor. Selçukya Şiir Akşamları’nda bir araya geldiğimiz şair arkadaşların yeni yazdıkları ya da eski şiirlerinden seçip okudukları bahar şiirlerinden bunu anlıyorum. Şiir güzel olan her şeyle uyumludur. Baharla şiir de birbirine çok yakışıyor. Çiçeklerin rengi, dalların yeşilliği, kuşların cıvıltısı; hep bir şiiriyet oluşturuyor insanın gözlerinden gönlüne uzanan.

29 Mayıs pazartesi günü saat 17.00 sularında Kültür Park’ın içerisinde bulunan Dede Bahçe Kafem’de tentelerin altında otururken, önce bir gök gürültüsü duyuldu, ardından da müthiş sağanak başladı. Orada oturan herkes sandalyesini yağmura doğru döndürüp seyre dalarken, etrafta yağmura tutulan insanlar da koşup o tentenin altına sığınıyordu. Yağmur öyle bir hızla yağıyordu ki hatta bir ara doluya bile dönüştü. Yerde küçük dereler oluşuyor, kabarcıklar meydana getiriyordu. Arada bir sakinleşip dua eden dudaklar gibi tıpır tıpır sesler çıkarıyordu. Sonra yeniden coşuyor, sağanak kıvamına ulaşıyordu.

Şair yüreğimde bir melankoli uyandı. Çevremdeki insanlara baktım. Gençler tıpkı içinde bulunduğumuz bahar rengârenk, cıvıl cıvıl hayat doluydular. Yedikleri yiyecekten, içtikleri çaydan, koladan, ayrandan, limonatadan, kahveden büyük bir tat alıyorlar, etrafındaki insanlara muhabbetle bakışıyorlardı. Yaşları biraz daha ileride olanlar hem yağmura bakıyorlardı hem de eski yağmurlardan kalma bir hatıra geçiyordu sanki gözlerinin önünden. Kiminde hüzünlerle oluyordu bu hal, kiminde ise hafif bir gülümseme ile… Yaşları geçkince olanların yağmura bakışları ise tamamen bir hüzün barındırıyordu. Elbette onlarda da hatıralar uyanıyordu yağmurun yağmasıyla ama bu geri dönülemeyecek zamanların ümitsizliğiyle gelip geçiyordu gözlerinden.

Derken bir genç kız gelip durdu biraz ileriye. Masalardan birinde oturan genç adamın dikkatini celp etti. Kız simsiyah saçlarından sular süzdürüyor, ıslanmış üstünü başını hafiften silkeliyordu. Gençliğinin güzelliği, saçları gibi simsiyah gözleri ve beyaz kabanının altında siyah kıyafeti bütün ıslanmışlığının buhuruyla birlikte etrafa yayılıyordu. O, orada bir yağmur kaçağı olarak bulunurken, masadaki genç adamda ona kaçamak gözlerle bakıyordu. Bütün bunların farkında olan kız da, o genç adam da yılışmadılar, kendi kişiliklerini bozmadılar, bir, beğenilmenin şımarıklığına kapılmadı, diğeri de beğenmenin tazyikini göstermedi. Kız gidip bir çay aldı geldi boş masalardan birine oturdu, genç adam da gidip kendine bir çay aldı geldi ve kendi masasına oturdu. Çaylar bitti, yağmur dindi ve kız kalkıp gitti. Oğlan oturduğu yerden kalkmadı, belki de kalkamadı ama gözleri iflas etmiş bir insan gibi bakıyordu. Bu manzara karşısında Attila İlhan’ın Yağmur Kaçağı şiiri geldi aklıma ve bu oracıkta yazıverdiğim şiire ayak oldu. O genç adamın duygularıyla şiir şöyle klavyeye düştü:

Bir tente altında

Yağmura bakıyordum

Yerin bağrını deşiyordu

Bulutların bıçağı

Yanımda bitiverdi ansızın

Bir yağmur kaçağı

 

Haykırdı gökyüzü

Hızlandı damlalar

Şimşeklerdi o an

Yıldırımların uçağı

İçime düşüverdi birden

Bir yağmur kaçağı

 

Oysa geçti sanıyordum

Artık aşk uzak bir ülke

Bitirdim diyordum

Çoktan ben o çağı

Sırılsıklam etti beni

Bir yağmur kaçağı

 

Beyaz kabanı ıslanmış

Saçlarından düşler süzülüyordu

Siyah eldivenleri daha koyulaşmış

Su sızdırıyordu kolçağı

Bana kalbimi hatırlattı

Bir yağmur kaçağı

 

Derken dindi yağmur

Bulutlar sustu gökyüzünde

Gözlerime düştü

Yedi rengiyle gökkuşağı

Gönlümü çelip gitti

Bir yağmur kaçağı

Gökyüzü kara bulutların yırtığından mavi mavi bakıyordu yere doğru. Bulutlar homurdanmaya devam etse de yağmur dinmişti işte. Kafem’den ayrılıp Kültür Park’ın içinde dolaşmaya başladım. Güllere, lalelere ve başka çiçeklere daha yakından bakmak istedim. Süs havuzundaki kuğulara, simitçiye, tatlıcıya, dondurmacıya selamlar baktım. İnsanlara sevgiyle bakınca, etrafındaki cansız varlıklara da muhabbetle bakıyormuş meğer insan… Hayatı güzelleştiren sevgiymiş, aşkmış işte…

Sonra bir bir Selçukya şairleri Kafem’e gelmeye başladılar ben de dönmüştüm oradaki yerimize. Bahar, şiir, sevgi ve muhabbet bir kez daha tekrarlanıyordu gönüllerimizde. Hayat güzel vesselam.

Sevgiyle kalın.

 

Seçim bizi yıprattı

Belki de bizi yıpratan seçim değildi de medyaydı, sosyal medyaydı... O alanlardan uzak kalabilen varsa eğer -ki mutlaka vardır- bence onlar çok rahattılar. Belki seçim konusunda rahattılar da geçim konusu daha çok ilgilendiriyordu onları.

Bir de halkın gerçekleriyle siyasetçilerin gerçekleri çok farklıydı...  Siyasetçiler bir ‘ölüm kalım savaşı’verdiler adeta. Ellerindeki kozları son raddesine kadar kullandı bütün taraflar...

Zira, kimisi kazansa bile siyasette artık son demlerini yaşıyordu...  Kimisi de “kaybedersem kaybolup gideceğim” endişesini yaşıyordu. Bu sebeplerle tabiri caiz ise eğer “sineğin yağını” dahi hesap ettiler kazanmak için.

Kimi 23 yıldır iktidarda olanlara muhalif, ne kadar parti, grup, kurum, kuruluş v.s varsa birlikte hareket etmek için adeta gökteki yıldızları bile yere indirip vermeyi vadetti halka... Kimi de iktidarda kalabilmek adına kendine destek olabilecek kim varsa yanına alma mücadelesi verdi.

Öyle propaganda malzemeleri kullandılar ki karşı taraf kazanırsa “devletin elden gitme ihtimali” bile vardı. Zaman zaman hakarete varan sözler bile ifade ettiler birbirlerine karşı.

Bu seçimlerde; sağcı-solcu, ilerici-gerici, irticacı-çağdaş, başörtücü-başı açıkçı-, Osmanlıcı-Cumhuriyetçi, Laik-yobaz gibi onlarca yıllardır bizi meşgul eden siyasi argümanlara pek yer verilmedi. Bu konular aşıldı gibi sanki.

Bunların yerine, sığınmacı taraflısı-sığınmacı karşıtı, terörist sevici-terörist avcısı, HDP’Cİ- HÜDAPAR’CI, Tayyipçi-Kılıçtaroğlucu vesaire gibi söylemler kullanıldı hep...

Milletin derdi olmayan birçok konu siyasilerin derdi olarak bizlere yansıdı. Büyük korkular pompalandı her iki kanattan da... Kimi “devletin elden gidiyor olduğundan”, kimi de “iktidara oy veren kim varsa herkesten hesap sorulacağından” bahisle adeta korku pompalandı miting meydanlarında, televizyonlarda, gazetelerde...

Taraflar, hep karşı mahalleyi suçladılar ama  kendilerine toz kondurmadılar. Kendileri birer ‘melek’ karşı taraf ise ‘şeytan’dı onlar için... Taraflar dediysem siyasetin tepe noktasında bizzat bu işi yapanlardan bahsediyorum. Elbette tepe noktası ‘dip dalgası’ etkisi de yaptı ama genel olarak halkın koltuk sevdası gibi bir derdi olmadığı için tabanda bu şiddetli gürültü çok fazla hissedilmedi. Onlar gerildiler, üzüldüler korktular sadece.

Neredeyse, 45 iktidar gördüğüm 64 yıllık ömrümde belki de bu denli önem verilen bir başka seçim yaşanmadı ülkemde... Bunun asıl nedeni bir tarafın 23 yıldır iktidarda olması, girdiği her seçimi kazanması, diğer tarafın 23 yıldır muhalefette olması dolayısıyla girdiği her seçimi kaybetmesiydi.

Haklarını yemeyelim 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediye başkanlıklarını muhalefet kazanmıştı. Seçim kazanınca “ne kadar da güzel demokrasi” kaybedince “halkın ne kadar da ‘cahil’ olduğu, seçmesini bilmediği” gibi klasik bahanelere sığınılması ayrı bir garabetti. ‘Cahil’ denilen halk İstanbul ve Ankara seçimlerini muhalefete verince bir anda Oxford mezunu oluveriyordu halbuki...

Bir de en garabet olan bahane ‘oy çalınması’ husus idi. İktidarın, belediye başkanlıklarını kaybedince sığındığı limandı bu konu. Muhalefetin de yine her seçim sonrası bulduğu ve en önem verdiği husustu. Bu konu, kaybedenlerin, mazeretlerini sığdırdıkları bir konu oldu daima... Tabi ki bunu da hep başarısızlıklarının kılıfı olarak öne sürdüklerini kendileri bile biliyorlardı. Bu tür ucuz bahaneler i seçim kazandırmıyor,  aksine kaybettiriyordu.  Ama hani derler ya “suça sahip çıkan olmaz” diye, bunlar da başarısızlıklarını bile karşı tarafa yükleme çabası içinde oldular hep.

Ben olsam, kazanana iki dönem, kaybedene üç dönem kuralı uygular, bu işleri kökünden çözer atardım.

“Her kim girdiği üç genel seçimi kaybederse başında bulunduğu parti genel başkanlığından, oturduğu koltuğu da alır ve ayrılır. Bir daha da milletin huzuruna ‘beni seçin’ diye hiçbir zaman çıkamaz” kuralını koyardım.

Diğer yandan “girdiği iki genel seçimi kazanan birisi, üçüncü kez seçimlere katılamaz ve partisinin genel başkanlığından ayrılır” maddesini getirirdim.

Bütün siyasilere üç kez milletvekili üç kez belediye başkanlığı, üç kez muhtarlık seçilebilme hakkı verirdim.

Hoş, bana kalsa, muhtarlığı kaldırır, belediye bünyesinde bir memura o görevi verir, mahallelerin işlerini ona gördürürdüm. Muhtarlık seçimleri de mahallelerimizde bir güvenlik sorunu olmaktadır git gide... Maaşların artmış olması, üzerlerinde yoğun bir görev yükü bulunmaması  nedeniyle cazip hale gelmiştir ama bu konu bir o kadar da riskli hale gelmiştir.

Ben bütün bunlara rağmen muhtarlık seçimlerinin ülkemizdeki ‘en demokrtatik’ seçimler olduğuna inanıyorum.  Her vatandaş, hiçbir kimsenin atamasıyla değil kendi hür iradesi ile muhtar adayı oluyor. Ne bir yere para ödüyor ne de göbeğinden bağlı olduğu bir kimsesi bulunuyor.

Halbuki genel ve yerel seçimlerde “demokrasi”, “diktatörlük” diye bağıranlar bile kendi adamlarını milletin önüne koyup “bunları seçeceksiniz” diyerek kendilerine sadakatli insanların seçilmesini istiyorlar.

İşte bütün bunlar milleti geriyor, huzursuz ediyor, mutsuz kılıyor.

2023 seçimleri yine de milletin beş yılda kullandığı cüz’i yetkisinin tecellisi olup; Vatanımıza, Milletimize, Devletimize, Bayrağımıza hayırlı olsun, ekonomik yaşantımızı düzenlesin, insanca yaşamamızı sağlasın.

Amin!

 

Suriyeli ve Afganlı Göçmenler (!)

            Sevgili Sami YILDIZ  hocamızın göçmen sorunu ile ilgili yaptığı bir araştırmayı bizimle paylaşmasaydı bu yazı yazılmayacaktı.

            Ağır bir konudur; çünkü başlangıçta yalın  ve   doğrudan insanı, insanla muhatap etmek gibi bir yükü, bir metafizik boyutu vardır. Metafizik boyutu vardır; çünkü insan olduğunuz için önce merhametle donanmış olmanızı gerektirir. Merhamet nuruyla tanışmamış insanın göçmen(!)konusuyla ilgilenmesinde ne samimiyet vardır ne derinlik. Olsa olsa ilginiz sosyal medya küfürbazlarının yüzeyselliğine eş değer bir takıntıdır Çünkü bugünkü anlamıyla göç olgusunu anlayabilmek için siyaset bilimi, tarih, sosyoloji, psikoloji, hukuk, coğrafya gibi disiplinlerin hepsine birden ihtiyaç duyma zorunluluğumuz vardır.

            Bu konuyla ilgili epeyce çalışma yapıldığına şahit olmak sevindirici.(Örneğin Uşak Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Siyaset  Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetmeliği’nin 6.maddesini ‘’uygulamaya’’ yaptığı vurgu nedeniyle değerli buluyorum)  Diğer akademik çalışmaların da, kavramsal çalışmalarla birlikte  pratik hayattan alınmış ve uygulanmış sığınmacı örnekleriyle konuyu zenginleştirmesi beklenir ki; şehir efsaneleriyle zehirlenen Suriyeli veya Afganlı düşmanlığı sosyal medya cehaletinin insafına terkedilmiş olmasın.

             Ülkemizdeki göçmenler(aslında 2006 tarihli  Resmi Gazetede yayımlanan İskân Kanununa göre bu insanlara göçmen diyemeyiz. Çünkü kanun Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartını getiriyor. Başlıkta ki parantez ünlemi odur) Savaşın tahrik ettiği can pazarı bu insanları, seçeneksiz bırakmış ve bir yerlere  sığınmaya zorlamıştır. Yani ekonomik konforu hedef alan bir seçim yok ortada.

             Sığınmacılara hayatı kolaylaştırıcı disiplinler içinde  psikoloji, merkeze yerleşir kanaatindeyiz.(’’Mültecilerin göç alan ülkeye yerleşmelerinde ve uyumundaki başarı ve başarısızlıkları o ülkedeki hükümetlerin ve toplumun tutumlarına, göçmenlere destek programlarına ve göçmenlerin fiziksel ve ruh sağlıklarına yönelik kolaylaştırıcılara bağlıdır. (Sue 1977)’’Dünyada göç ile ilgili çok sarsıcı deneyimler yaşanmasına rağmen Türkiye’de benzer bir süreç yaşanmamıştır. Bunun  sosyal, kültürel ve siyasal sebepleri olduğu söylenebilir .Zübeyit GÜN-Türk Psikoloji Bülteni sayı:38 sf.27)

            Son 4-5 yıldır sataşma, aşağılama, küçümseme hatta hakarete varan psikolojik saldırıların küçük çaplı fiziki şiddete dönüşmesinde Ümit Özdağ gibi değil sığınmacı, ülkemiz insanını bile sevme nimetinden mahrum siyasi figürlerle, kurucu iradenin eğitim yoluyla beslediği Batı ajandalı Yahudi tipi milliyetçilik anlayışını saplantıya dönüştürmüş tiplerin sosyal medyadaki duruşlarının etkisi büyük olmuştur.

              Mültecilerin ülke ekonomisine yaptıkları katkı, ticari hayata getirdikleri canlılık  (örneğin sadece Gaziantepte Suriyeli iş insanlarının yaptığı 4 milyar dolarlık yatırım )ve sanayide ağır işleri yüklenimdeki tasarruf gibi maddi ve manevi getirileri hiç görmemezlikten gelerek sadece Batı ezikliğinin verdiği kompleksle Suriyelilerin şahsında kibirlerinden (!) dolayı tepeden baktıkları Arap toplumuna saydırdıkları şuur altı hezeyanlarının neye tekabül ettiğini biz, onları Mekke ve Medine hatıralarından  tanıdığımız Falih Rıfkı Atay kadar tanıyoruz.    

            Yazı uzadığı için kapatacakken İngiliz  Daily Expres’de bir yorumun ‘’Erdoğan’ın, mülteci konusundaki ilkeli duruşu ,siyasi çıkarlardan kaçınması ve mültecileri tamamen güvende olana kadar ülkelerine geri göndermeyi reddetmesi, onun insani değerlere olan sarsılmaz bağlılığının altını daha da çiziyor’’ tespitiyle yazının ikinci paragrafı bire bir örtüştüğü için böyle kapatayım istedim.  Gazete yorumun sağına ’İlk turda salladık, ikinci turda kazanacağız’’ diyen ve insanı gülümseten K.Kılıçdaroğlu reklamı koymuş. Selamlar.                   

 

Bir şans istiyorum!

Futbolculuk kariyerinin büyük bölümünü ülkesinde tamamlamış, teknik direktörlük kariyerindeki tüm kupaları ülkesinde kazanmış biri olarak farklı bir kültüre farklı bir coğrafyaya haliyle diliyle, yaşantısıyla, beslenmesiyle farklı bir ülkeye geldiğinizde baş edeceğiniz sorun birden fazla oluyor. Birde yerine geldiğiniz kişi o şehirde başarılıysa bir iz bıraktıysa işiniz çok daha zordur. Buna bir de takımdan oyuncuların ayrılması, yenilerin alınması ve adaptasyon süreci eklendiğinde sizi kurtaracak ve zaman kazandıracak şey seri maçlar kazanmak ve kupa kazanmış takımlara karşı başarılı olmaktır. Siz kendi alışma sürecinizi bir müddet görmezden gelmeniz gerekir.

Aleksandar Stanojevic Konyaspor'a geldiğinde, daha İlhan Palut'un neden gönderildiğini anlayamamıştık. Yukarda saydığımız olumsuz anlamda her şeyin başına gelmiş bir teknik adam eminim ilk başlarda nasıl bir ülkeye düştüğünü sorgulamıştır. Sonra Çin'i falan düşünüp, otur oturduğun yerde Aleksandar demiştir.

Daha öncede belirttiğim gibi İlhan Palut ve Stanojevic'i karşılaştırmak doğru değil bir defa takımlar aynı takım değil hele hele 3.olan İlhan Palut takımını değerlendirmeye sokmak komik olmayan bir şaka gibidir...

Aleksandar Stanojevic ve ekibinin geldiğinden beri doğru yaptığı ve yanlış yaptığı işler oldu, olacaktır. Fakat ben hoca hakkında biraz duygusal davrandığımızı ve yavaş yavaş takıma ağırlığını hissettirdiğini düşünüyorum. Gaziantep kupa maçında başlayan serüven ile bugün oynanan oyun arasında büyük anlamda farklar olduğunu düşünüyorum. İlk maçtan bugüne kadar aynı anda Mame ve Muhammet'i oyundan çıkarttığı maç dışında yerinde değişiklikler yaptığını gördük. Bunun yanında fizik açısından ciddi manada sakatlıkların artması teknik ekibin kendini değerlendirme konusu diye düşünüyorum.

Trabzonspor ile Konyaspor maçları genelde zevkli ve bol gollü geçer,hakemlerin dahil olmadığı ön plana çıkmadığı maçlar daima seyir zevki vermiştir. Kendini ispatlamaktan başka birincil hedefi kalmamış 2 teknik ekibin mücadelesi şeklinde de bakabiliriz.

İki takımda sakat veya eksik oyuncu konusunda karşılaşma öncesi oldukça muzdaripken Trabzon tarafı ise ben herkese adalet dağıtıyorum mesajı ile daha radikal bir yol izlemişti. Trabzonspor karşılaşmaya daha etkili başlayıp golü bulsa da Konyaspor önce oyunda dengeyi sağladı. Ardından maça ağırlığını koymaya başladı. Pazuelo birkaç haftadır orta sahada ağırlığını koymaya başladı. Moreno ve Guilherme arasındaki uyumda bu maçta zirveye çıktığını görmek zor olmasa gerekir.

İlk yarının sonunda rakibin 10 kişi kalması ikinci yarı işleri daha kolay bir yola koydu. İkinci yarının tamamında oyunu domine eden bir takım vardı. Üstelik Trabzon takımı önceki haftaya göre daha derli toplu bir oyun göstermesine rağmen bu baskının gelmesi güzeldi. Skor avantajını yakalamak için son anlara kadar beklemek gerekse de ikili averajda rakibimizin önüne geçmek de galibiyete ayrı bir değer kazandırdı.

Sonuç olarak ben Aleksandar Stanojevic'in bir şansı hak ettiğini düşünüyorum. Bizim duygusal davranmamızda en büyük etkinin İlhan Palut etkisi olduğunu ve başarı geldikçe inancın daha da artacağını en azından bugün için düşünüyorum.

Maçın sözü; Kaybetmekten yılmayan kazanmaya çok yakındır..


Aykut hoca ve Ali Turan

Uzun süredir spor yazısı kaleme almamıştım. Ancak izlediğim Beşiktaş maçı bana bu yazının yazılmasını adeta mecbur etti.

Beşiktaş karşısında en tecrübesiz futbolcu olarak ilk 11’ de sahaya çıkan Mücahid’e varıncaya kadar 85 dakika boyunca çok iyi mücadele eden bir Konyaspor vardı.

Evet takımımız oyun olarak istediğimiz kıvamda değildi, istenilen şekilde pozisyonlara giremiyordu ama nihayet karşımızdaki takım Beşiktaş’tı ve ona ezilmeden mücadele ediyordu.

Yediğimiz iki gole de cevap veren ve son dakikalara beraberlikle giren bir Konyaspor vardı sahada…

Ne olduysa oldu. Her şey Ali Turan’ın son 8 dakika içinde oyuna girmesiyle oldu. Ali Turan’ın gireceğini görünce hemen eyvah dedim. Olacaklar içime doğmuştu sanki. Zira Ali Turan daha önceki maçlarda defalarca hatalar yapmış, buna rağmen kadroda sürekli yer almış bir oyuncu idi.

Ali Turan oyuna girdikten sonra kritik noktalarda iki defa topla buluştu. İkisinde de hata yaptı.

Birisinde 6 pas içinde düştü, top boşta kaldı. Orada bir Beşiktaşlı futbolcu olmaması durumu kurtardı. Şayet o bölgede bir Beşiktaşlı oyuncu olsa idi o pozisyonda da golü yemiştik.

Son dakikaya girilirken yaptığı hata affedilir gibi değil. Daha önceki maçlarda yaptığı hatalar da affedilir cinsten değildi ama her nedense Aykut hoca bir ders vermek yerine sürekli kadroda yer vermeyi tercih etti.

Ta geçen sezon Ali Turan’dan bir yarar sağlanamayacağını birkaç kez yazmıştım. Bu maça girerken eyvah demem boşuna değildi. Bunu ben görebiliyorken, bunu herkes görebiliyorken şayet Aykut hoca göremiyorsa tekrar bir değerlendirme yapmasında fayda var.

Bunun bir hata olduğu kasti olmadığı söylenebilir. Kasti olsa zaten yapılan ihanet olur. Bizde kasti olduğunu söylemiyoruz ama bunca hatasına rağmen bir oyuncuya bu kadar şans verilmesi çok fazla…

Adam dışarıda bir beklesin. Maça tekrar çıkmaya iştiyak duysun. Hatalarını gözden geçirsin. Kendini düzeltsin. Olumlu gelişme olursa hak ederse tekrar kadroya girsin.

Bütün hatasına rağmen hiçbir şey olmamış gibi kadroda yer almaya devam ederse o da kendini gözden geçirme fırsatı bulamaz ve hatası gittikçe büyür. Nihayet böyle oldu. Bu futbolcuyu kazanmak değil kaybetmektir.

Sonuçta takıma yazık oldu. Konyaspor’umuza yazık oldu. Konya’mıza yazık oldu. Emeklere yazık oldu.

Konyaspor; 3 maç içerde, 3 maç dışarda olmak üzere son 6 maçtır kazanamıyor. Son 6 maçta, 2 yenilgi, 4 beraberlikle sadece 4 puan toplayabildi.

Artık olan oldu. Bundan sonra toparlanma zamanı. Aykut hocanın Konyaspor’u daha önceki şanlı günlerine geri götürmesini canı gönülden arzu ediyor, bekliyoruz. Başarılar Konyaspor.

Annelik

Geçen gün komşum Huriye teyze ile sohbet ederken bana başından geçen ilginç bir olayı anlattı. Olay baya bir ilgimi çekti…
Bende bu ilginç olayı sizlerle paylaşmak istedim…
İlgimi çekti diyorum çünkü son günlerde yaşanan bazı olaylarla zihnimde ilişkilendirmeme neden oldu bu olay…
İki hafta önce komşum evlerinin bodrum katında hamile bir kedi görmüş iki gün sonrada mutfağın penceresinin önünde gün boyunca aynı kedinin doğum yapmış olduğunu ve sürekli miyavladığını görünce de herhalde karnı aç ondan diye düşünmüş…
Neyse o günün akşamı arka odada bulunan kapağı açık kalmış dolabın içinden el yüz havlusu alacakken bir şeylerin hareket ettiğini fark edince korkmuş ve hemen eşine haber vermiş…
Eşi de gelip bakmış birde ne görsün dört tane yeni doğmuş birkaç günlük kedi yavruları…
Tabi çok şaşırmışlar bu duruma nereden nasıl geldi bunlar buraya diye…
Çok geçmeden anlamışlar ki; kedi bodrum katta doğum yapmış komşum evde yokken de hava alması için açık bırakılan mutfağın camından yavrularını daha güvenli bir yere yani o dolabın içine taşımış…
Camın kapalı olduğunu görünce de resmen açın camı diye yalvarmış yavruları için…
Lafa gelince de hayvan işte der geçeriz…
Hayvan da olsa insan da olsa annelik evrenseldir…
Anneliğin dini dili ırkı insanı hayvanı olmaz annelik bambaşka bir şey…
Tabi insan, üstün olarak yaratılmış varlık. Annelik ise bu üstünlüğünde üstünde ama şu sıralar bunu unutmuş ve bir kedicik kadar olamayan anneleri de görmek mümkün toplumda…
Ne demek istediğimi az çok anlamışsınızdır…
Anne var adı hayvan ama yavruları için çırpınan. Anne var adı insan ama yavrusunu sokağa bırakan. Birde anne var oda insan evladı olmayanın karnını doyuran…
Evet, Nisa Mihriban bebekten bahsediyorum…
Tamam, olayın iç yüzünü bilmiyorum günah almak da istemem ama ne olursa olsun bu bir caniliktir bunun başka bir açıklaması yok…
İnsan ne kadar çaresiz olursa olsun bu caniliği bu bahaneyle örtbas edemez…
Bu ülkede bir otorite var, bir sosyal devlet var. Devlet vatandaşını böyle bir caniliği yapmaya asla mecbur bırakmaz…
Zira devletin himayesinde bulunan nice yavrucaklar var nice anneler var…
Buna rağmen Nisa bebeğin yaşadığını yaşayan birçok bebek var olmaya da devam ediyor ne yazık ki…
Ana babanın hatasını günahsız yavrucaklar çekiyor olan onlara oluyor…
Herkes evlat sahibi olabilir lakin gerçek anne baba olmak hele hele gerçek annelik bambaşka bir şey…
Allah ıslah etsin böylesi anneleri diyorum başkada bir şey demiyorum diyemiyorum…
Ama şunu da söylemeliyim ki; toplumda ahlaki düzen bozulmaya devam ettikçe insanı insan yapan vicdan, merhamet, edep en önemlisi de Allah korkusu yok olup gidiyor maalesef…
Allah sonumuzu hayretsin ne diyelim…

TE’VÎLÂTÜ’L-KUR’AN’ ın Türkçeye Tercümesi’nden NOTLAR -11-

10. CİLT’ten Notlar 

* “Firdevs” Bir izaha göre Rumca bir kelime olup bahçe dernektir. Allah (c.c.) cenneti değişik isimlerle anmıştır. Bunlardan bir kısmı Adn, Naîm, Me’vâ, Firdevs’tir. [İsimleri çok olmakla birlikte] gerçeklikte cennetler tektir. Çünkü “Adn”  kelimesi ikamet yeri demektir. Naîm, verilen nimet, Me’vâ da aynı şekilde ikamet yeri demektir. Sonra Firdevs, Adn, Me’vâ bunlar naîm, yani nimetlerdir. Bazı rivâyetlerde Hz. Peygamber’den (s.a.) şöyle hadis nakledil­miştir: “Firdevs, cennetin en yücesi, tam ortası ve en güzel yeridir”. Eğer bu rivâyet sabit ise o, bahsedildiği gibidir. (s.20)

* Allah’ın insanı yaratmış olmasının sadece ölüm için değil “Sonra da kıyâmet gününde tekrar diriltileceksiniz” [Mü’minûn, 23/16] buyruğunda bildirildiği üzere hesaba çekmek amacıyla diriltmek için olduğunu söyleriz. (s. 28)

* “Heyhâte heyhâte” [Mü’minûn, 23/36] bir işin olmasının uzaklığını ve inkârını ifade için kullanılır ve “uzak ki ne uzak!” yani asla olmayacak iş demektir. (s. 42)

* Resûller de diğer insanlar gibi emir ve yasaklarla imtihan edilirler. (s. 50)

* “Verdiklerini, Rablerine dönecekleri inancından dolayı kalpleri ürpererek verenler…” [Mü’minûn, 23/60] Bu âyette şöyle bir işaret de vardır: Nasıl ki günah işleyen günahından ötürü korku içinde olursa, taat içinde olan da itaatinde Allah’tan bir korku içinde olur. Hz. Âişe’den (r.a.) bu yönde bir rivâyet bulunmaktadır. O bu âyeti Hz. Peygambere (s.a.) sormuş ve “Bu âyette sözü edilenler içki içenler, hırsızlık yapanlar ve zina edenler midir?” demiştir. Hz. Peygamber cevap olarak: “Ha­yır! Onlar oruç tutanlar, namaz kılanlar, sadaka verenler ancak bu halde iken yaptıkları ibadetlerin kabul edilip edilmediği konusunda kaygı duyanlardır. Onlar hayır işlerde yarışırlar!” buyurmuştur. “Kalpleri ürpererek” anlamına gelen kavl-i celîlin bu şekilde değil de, “Kalpleri, Rab’lerine ne ile/nasıl döne­cekler, saîd olarak mı yoksa şakî olarak mı? diye korku içinde olurlar, şeklinde yorumlanması da mümkündür. En doğrusunu Allah bilir. (s. 57)

* Bazıları şöyle demişlerdir: “Berzah”, iki sûra üfleyiş arasında olan zamandır. Bazıları da “Berzah” ölüm ile yeniden dirilme arasında geçecek olan zamandır, demişlerdir. Bu, Kelbî ve Katâde’nin görüşleridir. Mücahid ise şöyle demiştir: Berzah, ölüm ile dünyaya yeniden dönme arasına konulan engeldir. İbn-i Kuteybe ve Ebu Ubeyde ise şöyle demişlerdir: Berzah, dünya ile ahret arasında olan dönemdir. Onlar İki şey arasında kalan her şey berzahtır, demişlerdir. Ebû Avsece: “İki sınır, yani dünya ile ahiret arasında kalan zamana berzah denir demiştir. Yine o, berzah, düz araziye denir demiştir. Berzahın aslı, hâciz, yani iki şeyi birbirinden ayıran engel demektir. (s. 87)

* Kabir azabının hissedilmesi uyku halinde iken vücuttan ayrılan idrak edici ruhun (nefs-i derrâke) bir halet-i ruhanîye şeklinde hissetmesi olup, insanın biyolojik canlılığını sağlayan ruhun hissetmesi şeklinde değildir. Bu aynen uyku halindeki birinin rüyasında kendisini bir belâ ve sıkıntı içinde gör­mesi ve şiddetli korku içinde olması ve kendisini daha önce bilmediği, hakkın­da bir haber duymadığı bir mekâna atılmış görmesi gibi olur ve onda canlıların belirtileri olur. Buna göre kabir azabının insana hayat veren biyolojik canlılık anlamına gelen ruh ile değil de eşyayı idrak edici/kavrayıcı ve hissedici ruh ile olması söz konusudur. (s. 96)

* Allah, her ne kadar iki cihanda da mâlik ise kendisini özellikle “Din gününün sahibi” [Fatiha, 1/4] diye nitelemesi, o gün mülkünde hiç kimsenin kendisine ortak çıkmasının söz konusu olamayacağı içindir. Dünyada iken mülkte ortaklığa yeltenenler olabilir. Ama o günde mülkün sadece ve sadece O’na özgü olması böyle bir nitelemeyi hikmetli kılmıştır. (s. 99)

* “Bağış­lasınlar, hoş görsünler” [Nûr, 24/22] mealindeki beyanla [yüce Allah] affetmeyi ve görmezden gelmeyi, bağışlamayı ona [Peygamber aleyhisselâma ve ona inanlara] emretti. Yani size kötülük yapanın yaptığını unutun ve bağışlayın, hatta onun yaptığı kötülüğe karşı sizin onu bağışlamanızı da anmayın, onun hatasından bahsetmeyin. Çünkü affın belirtilmesi başa kakmak gibi gö­rülmüştür. Tıpkı şu ilâhî beyanda olduğu gibi: “Sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın.” [Bakara, 2/264] Çünkü başa kakma ve bu şekilde in­citme sadakayı boşa çıkarır. (s. 151)

* İktidarsız ya da iğdiş edilmiş olsa bile bir erkeğin yabancı bir kadınla baş başa kalması caiz değildir. ( 173)

* Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeteniniz hemen evlensin! Çünkü o gözü daha iyi sakındırır ve iffeti daha iyi korur. Kimin de gücü yoksa o zaman oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkan olur.” Yine rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ömer’e “Kızlarını ne yaptın?” dedi. “Onlar yanımdalar yâ Resûlallah!” diye cevap ver­di. Hz. Peygamber “Onlar ergenlik yaşına geldiler mi?” dedi. O, “Evet!” dedi. Hz. Peygamber “Sen onlardan birini dengi olan birinden alıkoyar ve evlenme­sini geciktirirsen mutlaka her gün sevabından bir kırat eksilir!” buyurdu. Bazı haberlerde de şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bir kimsenin çocuğu evlilik çağına gelir ve onu nikâhlama imkânı da bulunur, buna rağmen onu evlendirmez de çocuğu bir günah işlerse günah aralarında ortak olur.” (s. 179)

* Zenginlik ve bolluk fesada, darlık ve yoksulluk da fesattan alıkoymaya sebep olabilir. Yahut bunlardan birinin diğerine üstünlüğü konusunu hiç ele almamak gerekir. Zira her ikisi de kulların kendisi ile sınandığı hallerdir: Şunlar fakirlik ve darlık yüzünden sabır ile ötekiler de zenginlik ve bolluk yüzünden şükür ile sınanmaktadırlar. Bu itibarla bunlardan birinin diğerine üstünlüğünü konuşmak lüzumsuz bir kelâm etmektir. (s. 183)

* Mümin, kendisine fitnelerden hiçbir şey dokunmadan ecir kazanabilir, bazen da fitnelerle imtihan edilir de Allah onu sabitkadem kılar. O şu dört hal üzere bulunur. Belâya mâruz kalırsa sabreder, verilirse şükreder, söyledi mi doğru söyler, hükmetti mi adaletle hükmeder. O diğer insanlar arasında ölülerin kabirleri arasında yürüyen bir diri gibidir. Nur üstüne nur. O beş nur içinde döner dolaşır; sözü nurdur, ilmi nurdur, girişi nurdur, çıkışı nurdur, kıyamet gününde cennete varışı nurdur. (s. 192)

* Kâfirler kıyamet gününde yüzüstü kapanmış halde, sürünür bir vaziyette olacaklardır. Müslümanlar ise ayakta, dik ve düz halde yürüyor olacaktır. (s. 213)

* Bazı fakihlerimiz Ebû Hanîfe’nin ihtilam olmaması halinde ergenlik yaşının on sekiz olarak belirleme şeklindeki görüşünü destekleme bağlamında şöyle demişlerdir: Çünkü oğlan çocukların­da ihtilam olma ortalama on beş yaşına ulaşmaları halindedir. Onlar belki bu yaştan önce ihtilam olurlar, belki de ergen olmaları bu yaştan daha sonra olur. Mâruf olana göre âlimler on iki yaşından küçük olanların ihtilam olmama­sı, on iki yaşına ulaşınca da ihtilam olmasının ihtimal dâhilinde kabul ettiler. Bu durumda ihtilaf edenler arasında ortalama yaş olarak kabul edilen on beş senenin üzerine, on iki yaşında ergen olma ihtimaline binaen nasıl ki üç sene ilâve varsa üç sene eklediler. [Yani en son 18 yaş dediler.] (s. 229)

* Yoksul ve ihtiyaç sahibi biri peygamberlik görevine liyakatte zengin ve varlıklı kimselerden daha elverişlidir. Çünkü insanlar zengin, mülk ve saltanat sahibi kimselere zaten tâbi olurlar. Eğer Hz. Peygamber (s.a.) zengin, varlıklı, mülk ve saltanat sahibi biri olsaydı o takdirde sırf Hakka hak olduğu için uyanlarla araları ayırt edilemezdi. Fakir ve kendisi muhtaç biri olması halinde bu ayırım kolaylıkla yapılabilir. Ancak sahip olduğu mal mülk ve saltanat peygamberliğinin alâmeti ise -Dâvûd ve Süleyman peygamberlerde olduğu gibi- o takdirde hükümranlık -duasında da olduğu gibi- onun risâletinin mucizesi olur. “Rabbim!” dedi, “Beni bağışla; benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver bana.” [Sâd, 38/35] (s. 255-256)

* İlim öyle bir izzettir ki onunla zillet asla bir arada bulunmaz. O, sahibine asla horlanma ve kahır getirmez. (s. 268)

* Yüce Allah kâfirlerin amellerini bir keresinde savrulmuş toz zerrecikleri, bir defasında kül, bir defasında serap, başka bir yerde kuvvetli yağmurun üzerindeki toprağı silip süpürdüğü yalçın kayaya benzetmiştir. Buna mukabil müminlerin amellerini de sabit, sağlam ve benzeri niteliklerle anlatmıştır. (s. 274)

* “Aksine onlar, başka değil, hayvan sürüsü gibidirler.” [Furkan, 25/44] Bazıları dediler ki: Onlar [kâfirler] hayvanlar gibidir, çünkü onların bütün kaygıları aynen hayvanların kay­gıları gibidir; yemekten ve içmekten başka bir şey düşünmezler, bunun dışında başka bir dertleri yoktur. Hayvanların akıbetleriyle ilgili herhangi bir düşün­celeri yoktur. Buna göre kâfirler bu yönden aynen hayvanlar gibidirler. “Hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.” [Furkan, 25/44] Birtakım yorumcular “daha sapkındırlar” ifadesi hakkında dediler ki: Çünkü hayvanlar Rablerini ve yaratıcılarını bilir, O’nu lisân-ı hal ile anarlar, oysa kâfirler ne Rab’lerini tanırlar ne de O’nu anarlar. Yahut “onlar daha sapkındırlar” çünkü çocuk edinme, şerik (ortak) isnadı gibi Allah’a lâyık olmayan birtakım yakıştırmalarda bulunurlar, ibadette O’na başkalarını ortak koşarlar. Oysa hayvanlar bunlardan hiçbir şeyi yapmaz, bu itibarla onlar kâfirlerden daha üstündür. Bazıları dedi ki: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü hayvanlar yola sokulduğu zaman yol boyunca gi­derler, oysa kâfirler kendilerine hidâyet edilip doğru yola çağrıldıkları halde hidâyeti bulup da yola girmezler, davete icabette bulunmazlar. Bu itibarla onlar daha sapkındırlar. Yahut şöyle denir: “Onlar daha sapkındırlar” çünkü kâfirler hem kendileri saparlar hem de başkalarını yoldan çıkarıp saptırırlar, oysa hay­vanlar öyle değildir. (s. 291)

* Yağmura rahmet denilmesi, Allah’ın rahmetinin eseri olması sebebiyledir. Aynı şekilde cennete de rahmet denilmektedir, çünkü oraya giren ancak O’nun rahmetiyle girecektir. (s. 294)

* “Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler.” [Furkan, 25/72] Bazıları dedi­ler ki “lâ yeşhedûne’z-zûra” yani “asılsız şeye şahitlik etmezler”  cümlesinden maksat “zûr” mekânına uğramazlar demektir. “Zûr” ise müziktir. Buna göre âyet “onlar müzik icra edilen mekânlarda bulunmazlar” anlamındadır. Bazıları da şöyle yorum­lamışlardır: “Zûr”a şahitlik etmezler, “Zûr” da yalan demektir. Buna göre âyet “Yalancı şahitlik yapmazlar” anlamındadır. (s. 318)

* Hasan-ı Basrî dedi ki: Vallahi bir Müslüman kul için çocuklarını, çocuklarının çocuklarını ve yakınlarını Allah’a itaatkâr görmekten daha sevimli bir şey yoktur. Ve dedi ki: Onları Allah’a itaatkar görürüz de buna sebep gözlerimiz aydın olur. (s. 320)

* Bazı müfessirler şu açıklamayı yapmıştır: Firavun, [Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların] ellerini ve ayaklarını kesmek, asmak gibi tehdit etmiş olduğu işkenceden bir kısmını onlara fiilen uygulamıştır. Ne var ki âyette onlara yönelttiği tehditleri gerçekleştirdiğine dair bir açıklama bulunmamaktadır. O yüzden biz yalana düşme korkusuyla bu gibi açıklamalara girmiyoruz. (s. 344)

* “Ezlefekallah”, Allah seni kendisine yakın etsin anlamındadır… “ez-Zülef” konaklar ve menziller demektir. Çünkü konaklar yolcuyu gideceği yere yaklaştırır. (s. 348)

* “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır…” [En’am, 6/160] Bu beyanda “Kim iyilikle gelirse” denilmiş, “Kim bir iyilik işlerse…” denilmemiştir. Bu da belirttiğimiz gibi amellerin makbul olabilmesi için kişinin dünyadan tevhit üzere göçmesi, işlediği hayırları bozmaması şartı olduğunu gösterir. (s. 358)

* “Mercum” taşlanarak öldürülen demektir. Öldürmenin en şiddetlisi recimdir. (s. 367)

* Peygamberler, Allah’ın izni olmadan, helak olmaları için kavimlerine beddua etmezler. Görmez misin ki, Allah, Yûnus peygamberi kendisinden izin almadan kavmi arasından çıkıp gittiği için azarladığını bildirmiştir. O, izinsiz çıkması sebebiyle azarlandığına göre, bir peygamberin kavminin helak olması için izinsiz bir şekilde beddua etmesi muhtemel değildir. (s. 367)

* “Va’z” işin sonunun nereye varacağını kâh korkutarak kâh müjdeleyerek bildirmek, öğüt vermek demektir. (s. 375)

* Musa kıssası ve diğer peygamberlere ait kıssalar kitapta [Kur’anda] değişik yerlerde farklı lafızlarla, değişik şekillerde, bir takım takdim ve tehirlerle anlatılmıştır Bundan da maksat şahitlik, bilgi aktarımı vb. konularla ilgili pek çok ahkâmda lafızların harfi harfine korunmasının gerekmediğinin, aktarırken mananın korunmasına odaklanmak gerektiğinin anlaşılmasıdır. (s. 416)

* Kendisine bir haber gelen kimsenin görevi, o konuda –haberin yanlış ya da yalana ihtimali bulunması halinde- hak ve hakikat ortaya çıkıncaya kadar beklemesidir. (s. 440)

* Yüce Allah’ın nesneleri var edip bu âleme bahsedilen faydala­rı yaratması, ayrıca bütünüyle bu âlemi yaratması insanları sınamak içindir; bundan dolayı onlara emirler vermekte, birtakım yasaklar getirmektedir. Son­ra sonucu almak için onlara bir âhiret (akıbet) âlemi tayin etmiş ve orada itaat edeni ödüllendirecek, isyan edeni ise cezalandıracaktır. Eğer böyle bir akıbet (sonucun alınacağı öbür dünya) olmazsa o zaman bütün bu yaratmalar abes olurdu ve hiçbir hikmeti olmazdı. Çünkü bir binayı yapan, ondan elde etmek istediği bir yarar olmaksızın sırf onu yıkmak ve yok etmek için yaparsa, o za­man yaptığı işi hikmetten uzak ve tamamen anlamsız olurdu. Aynı şekilde evrenin yaratılması da böyledir. Eğer amaçlanan bir akıbeti olmayacaksa o da hikmetten yoksun ve anlamsız olacaktır. Âyetler, onlara inananlar ve tasdik edenler içindir. Onlara inanmayan ve tekzip edenler için ise lehlerine değil aleyhlerine âyetler olacaktır. (s. 487)

* Biz Allah’ın belirttiği üfleme, sûr gibi şeyleri şudur ya da budur diye açıklama yoluna gitmiyoruz. Ya da onun şu ya da bu olduğuna işaret anlamına gelecek bir söz de etmiyoruz. Ama bun­larla ilgili olarak Hz. Peygamber’den bir açıklama (tefsir) gelmişse o takdirde o doğrultuda açıklama yapılır. Hem bu, ameli gerektiren bir konu da değildir ki bundan dolayı onun sıhhatini ya da çürüklüğünü ortaya koyma külfetine girelim. Bu sadece tasdiki gerekli olan bir haberdir. Bu itibarla “nefh”, yani üf­leme ve sûr hakkında nasıl geldi ise öyle kabul ediyor, onları açıklama yoluna gitmiyoruz. En doğrusunu Allah bilir. (s. 489)

Üretim Bağımsızlık İlişkisi

Üretkenlik, iktisadi kalkınmanın en önemli motoru olduğu hepimizce bilinir. Meşru ve mübah olan her şeyin üretilmesi, ihtiyaç olduğu kadar aynı zamanda bir vatandaşlık görevidir. Köylünün ürettiği ürünler, şehirlinin icra ettiği ticaretler, sanayicinin çevirdiği çarklar bütünüyle iktisadi kalkınmanın bir gereğidir. 
İktisadi kalkınma, milli gelirin yükselmesine vesile olan en doğru yoldur. Milli gelirin yükselmesi, dünyadaki refahın sağlanmasına katkı sağladığı inkar edilemez. 
Her türlü üretkenlik ve iktisadi kalkınma, dünya hayatının refahı yanında ebedi hayatı kazandıracak bir yola vesile oluyorsa büyük bir nimet olur. İşte “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver...” ayetindeki dua bunu ifade ediyor. 
Fert ve devlet zenginliği güç, kuvvet olup adaleti, içtimai yardımlaşmayı, mütevazılığı sağlıyorsa; arkasından özellikle Allah’a kul olmayı getiriyorsa ne kadar şükretsek azdır. 
Haram yollarla yapılan veya harama götüren üretkenlik, dünyada kalacağı gibi ebedi hayatı zindana çevireceği izahtan varestedir. 
Üzerinde durulması, konuşulması oldukça önemli olan bu konu ehli tarafından daha iyi izah edileceğinden eminim. 
Aslında benim ifade etmek istediğim hedef nokta bu değildir. Şüphesiz devlet ricali, iktisatçılarımız,sanayicilerimiz bu konunun önemini çok iyi biliyorlar. Benim özellikle vurgulamak istediğim nokta iktisadi kalkınmanın bağımsızlıkla bağlantılı olduğunu söylemektir. Gücümüz varsa vatanımızı başta olmak üzere her türlü kutsalımızı müdafaa edebiliriz. Ayasofya’yı açar her türlü iç ve dış terörü önleyebiliriz. Evimizde rahat uyur normal hayatımıza devam edebiliriz. 
Güçlü değilseniz iç ve diş canavarlara yem olmaktan başka bir yol olmadığı tarihi hadiselerle ispatlanmıştır. Onun içindirki Allah cc bizi bu konuda özellikle uyarıyor. Hatta şöyle emrediyor:“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.”Enfal 60. 
Şüphesiz zaman ve zemin neyi gerektiriyorsa ona göre güçlü ve hazırlıklı olmak zorundayız. İşte güçlü olmanın yolu da iktisadi kalkınmadan geçer. Onun için Türkiye’nin her tarafında bulunan sanayici kardeşlerimize, üretici köylümüze ve güçlü olmamıza katkıda bulunan herkese müteşekkiriz. Özellikle son zamanlarda devlet ricalimizin silahlanmaya verdiği önemi takdirle karşılıyoruz. “Kuvvetli mümin zayıf müminden hayırlıdır” hadisindeki mesaj oldukça önemlidir. 
Bu arada her üretici kardeşimize hatırlatmakla mükellef olduğumuz bir noktayı belirtmek isterim. Doğruluk,kalite,sözde durma,haram-helal ölçülerine dikkat etme ve özellikle Allah’a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirme ilkelerinden ödün vermeyelim. Allah’a emanet olunuz. 

Aile Mahremiyeti ve Nükleer Enerji

Aile mahremiyetinin ihlali nükleer sızıntı gibidir.

Radyoaktif sızıntı insan ve çevreye ne kadar zarar veriyorsa; aile mahremiyetinin ihlali de bireyin mutluluğu ve toplumun huzuruna o oranda zarar verir.

Nükleer enerji santralinde maddenin mahremiyeti parçalanarak içindeki muazzam enerji açığa çıkarılır ve kontrollü bir biçimde insanlığın istifadesine sunulur.

Mersin Akkuyu Nükleer Santrali tamamlandığında tek başına Türkiye’nin enerji ihtiyacının %10’nu karşılayacağından, nükleer enerji çok kıymetlidir ve yararlanılmalıdır.

Cennette Rabbimizin Hz. Âdem babamız ve Hz. Havva annemiz arasında kıyılan nikâhla başlayan aile kurumu da bireyin mutluluğu ve toplumun huzuru için nükleer santral kadar kıymetli pozitif bir enerji üretir.

Ailenin pozitif enerjiyi üretmesi, muhafazası ve bireye, topluma aktarılması hususunda mahremiyetinin korunması gerekiyor.

Ailenin temeli olan eşler aile mahremiyetinin devamında en yakınlarına karşı dahi dikkatli olmalıdırlar.

Günümüz aile problemlerine sebep olan aile mahremiyeti ihlali çoğunlukla eşlerin en yakınlarından gelmektedir.

Eşlerin birbirine karşı yaklaşımlarından çocukların eğitimine aile içerisinde her şey sınırları net bir şekilde çizilmiş bir mahremiyet çerçevesinde yürütülmelidir.

Mutluluk anayasamız ilk değiştirilemez maddeleri hatırlayalım:

  1. Aşkın varlığımız Rabbimiz,
  2. İçkin varlığımız eşimiz,
  3. Taşkın varlıklarımız çocuklarımız ve taştığımız varlıklar anne/babalarımız.

Aile mahremiyeti bu katmanlarla muhafaza edilmeli birinci önceliğimiz olan aşkın varlığımızla olan sırları kimse bilmemeli, sonrasında içkin varlığımız eşimizle aramızda olması gerekenler sadece ikimiz arasında kalmalı ve hakeza…

Bu üç katman arasında olabilecek sızmalar birey ve toplumun mutluluk ve huzurunu tehdit anlamında nükleer sızıntı gibi kabul edilerek dikkatli davranılmalı.

Aile mahremiyetinin ihlalinde birinci sırada genelde iyi niyetle de yapılsa ebeveynlerin sürekli müdahaleleri geliyor.

İkinci sırada ise, show asrında yaşamamız ve her şeyi sosyal medya üzerinden paylaşmamız aile mahremiyetin ortadan kaldırıyor.

Aile reaktörünün bireye mutluluk, topluma huzur üretmesi için sızmaların oluşmaması için en çok eşlerin işbirliği halinde üç katmanlı koruma duvarlarını muhafaza etmeleri gerekiyor.

Bu konu da Rabbimizin rehberliği için lütfen Hucurat suresini dikkatli bir şekilde;

Teemmülle her kelimenin üzerinde derin derin düşünerek okuyalım,

Tezekürle Hz. Adem ve Hz. Havva’dan günümüze ailenin geçmişini hatırlayalım,

Tefekkürler günümüzden kıyamete kadar ailenin bize sunacağı katkı üzerinde duralım,

Taakkulla geçmiş ve geleceği birbirine bağlayarak,

Tedebbürle almamız gereken tedbirleri gözden geçirelim.

Unutmayalım ki, sırat dünyada geçilir.

Sırat köprüsünü geçerken en büyük destekçimiz de içkin varlığımız eşimizdir.

Sırattan incedir sevda köprüsü

Beraber geçelim tut ellerimden

Niyet ak güvercin vuslat gökyüzü

Beraber uçalım tut ellerimden.

 

Gönüldeki birlik kalkandır dışa

Aldırma ayaza, yele, yağışa

Giden ilkbahara, gelecek kışa

Beraber göçelim tut ellerimden.

(Abdurrahim Karakoç)

Sırat üzerinde beraber yürüdüğümüz eşimizle aile mahremiyetinin korunması hususunda yardımlaşalım olur mu?

Family Privacy and Nuclear Energy

Violation of family privacy is like a nuclear leak.

How much damage does the radioactive leak cause to people and the environment; Violation of family privacy also harms the happiness of the individual and the peace of the society.

In the nuclear power plant, the privacy of the matter is broken down and the energy is released and presented to humanity in a controlled manner.

Since Mersin Akkuyu Nuclear Power Plant is completed, it will meet 10% of Turkey's energy needs alone, nuclear energy is very valuable and should be utilized.

Our Lord in Heaven Our Father Adam and Hz. The family institution, which started with the marriage between our mother, Eve, also produces a positive energy as valuable as a nuclear power plant for the happiness of the individual and the peace of the society.

The privacy of the family needs to be protected in order to produce and preserve positive energy and to transfer it to the individual and society.

Spouses, who are the foundation of the family, should be careful even to their closest relatives in the continuation of family privacy.

Violation of family privacy, which causes today's family problems, mostly comes from the closest relatives of the spouses.

Everything in the family, from the approach of spouses to each other, to the education of children, should be carried out within the framework of privacy with clear boundaries.

Let's remember the first unalterable clauses of our constitution of happiness:

1. Our transcendent being, our Lord,

2. Our immanent being is our spouse,

3. Our overflowing assets are our children, and our overflowing assets are our parents.

The privacy of the family should be preserved with these layers, no one should know the secrets of our love, which is our first priority, and then what should be between us and our spouse, our immanent existence, should remain between the two of us, and indeed…

Infiltrations that may occur between these three layers should be considered as nuclear leaks in the sense of threatening the happiness and peace of the individual and society and should be treated carefully.

In the violation of family privacy, the constant intervention of parents comes first, even if it is done with good intentions.

In the second place, the fact that we live in the age of show and share everything on social media destroys family privacy.

In order for the family reactor to produce happiness for the individual and peace to the society, the spouses should maintain the three-layered protection walls in cooperation in order to prevent infiltration.

For the guidance of our Lord in this matter, please carefully read the time of Hucurat;

Let's meditate on each word with Teemmulle and read it,

Thank you Hz. Adam and Hz. Let's remember the history of the family from Eve to the present,

Contemplations, let's focus on the contribution of the family from today to the end of the world,

By connecting the past and the future with piety,

Let's review the measures we should take with consideration.

Let's not forget that the sirat is passed in the world.

While crossing the Sirat Bridge, our biggest supporter is our spouse.

The Sirat is thinner, the bridge of love

Let's pass together, hold my hands

Intention white dove vuslat sky

Let's fly together, hold my hands.

Unity in the heart is a shield

Never mind the frost, the mane, the rain

To the outgoing spring, to the next winter

Let's migrate together, hold my hands. (Abdurrahim Karakoç)

Shall we help our spouse, with whom we walk on the Sirat, to protect the privacy of the family?

 

Dua Terapi

Dua kelimesi, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek” manasındadır.

 “Dua müminin silahıdır”, buyuruyor sevgili peygamberimiz. Rabbimiz de; “Dua edin, duanızı kabul edeyim” diyerek, biz müminlere duanın gerekliliğini hatırlatıyor. “yer gök dua ile” der atalarımız. Doğrudur. Buna uygun olarak Kur’an’da; “duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi ne yapsın!” denir. 365 gün 7/24 duaya ihtiyacımız var.

Fatiha suresi dua olarak okunabilir. Ayrıca şu ifadeleri görüyoruz yüce kitabımızda;

“Kullarım beni sana sorduklarında de ki; “şüphesiz ki ben onlara yakınım. Beni çağırdığı zaman çağıranın çağrısına karşılık veririm. Onlar da benim çağrıma karşılık versinler ve bana iman etsinler ki doğru yola ersinler.”(Bakara/186)

“Ey rabbimiz! Bize hem dünyada iyilik ver, hem de ahirette iyilik ver. Bizi ateşin azabından koru.” (Bakara/201)

“Âyete’l Kürsi” olarak bildiğimiz, hepimizin her gün namazlarımızın bitiminde tespih çekmeden önce okuduğumuz dua da, etkili dualardandır. Şöyle ki;

“Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. O’dur her zaman diri olan ve her şeyi ayakta tutan. O’nu ne uyuklama, ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kimin haddine ki, O’nun izni olmadan huzurunda şefaat etsin. İnsanların halihazırda yaşamakta olduklarını ve gelecekte neler yaşayacaklarını O bilir. Halbuki onlar, O’nun hakkındaki bilgiden, sadece O’nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. O muhteşem göklerle yeri koruyup ayakta tutmak O’na asla zor gelmez. Öyle ulu, öyle büyüktür O!” (Bakara/ 255)

“Âmene’r-Rasulü” diye biliyoruz, Bakara suresinin 285 ve 286. Ayetlerini. Bu da, dua niyetine okunabilecek dualardandır. Zaten her gün beş vakit namazlarımızda yatsı namazı ardından, namaz bitiminde okumaktayız. Her Müslümanın mutlaka bildiği ve küçük yaşta öğrendiği ayetlerdir.

“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra yüreklerimiz eğriltme ve katından bize bir rahmet ver! Şüphesiz ki sen sonsuz bahşeden, bütün dilekleri verensin!” (Âl-i İmran/8)

“Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın! Dilediğini yükseltir, dilediğini alçaltırsın! Her türlü hayır senin elindedir. Kuşku yok ki, sen her şeye güç yetirensin!” (Âl-i İmran/26)

 Hiçbir canlı duasız yapamaz. Dua, insanların sığınağıdır. Dua, katı kalpleri yumuşatan, zalimlere diz çöktüren, mazlumlara kapı açan yegâne korunaktır.

Dua, bir çeşit terapidir; umutsuzluklarımızı alır götürür, her şeyin bittiğini sandığımız anda adeta önümüze bir ışık yakar, karanlığı aydınlığa çevirir. Dua; yaratanla iletişim kurmaktır. Dua; ekmek, su, hava, güneş kadar önemlidir insan için.

Hiçbir dine inanmayanların da dua ettiğini görürüz. Herkes, kendine göre benimsediği bir üstün güce sığınmak ve sırtını ona dayamak durumundadır.   

Rus romancı Dostoyevski “Karamazof Kardeşler” kitabında şöyle der:

”İçten gelen her dua yeni bir duygunun ifadesidir; yeni, bilmediğin güçlü fikirlerin kaynağıdır. Her gün fırsat buldukça: 

 Allah’ım, şu anda huzuruna çıkanlara merhamet eyle” demeyi unutma. Zira yeryüzünde her saat, her an binlerce insanın ömrü sona erer, ruhları yüce Allah’ın huzuruna varır. Aralarında niceleri yalnızlık içinde, herkesçe unutulmuş, genel ilgisizlikten küskün, incinmiş olarak dünyadan ayrılmıştır. Belki tanımadığın bu insanlardan biri için dünyanın öbür ucundan yolladığın rahmet dilekleri Allah’a ulaşır. Rabbin huzuruna korku içinde çıkan ruh, yeryüzünde onu düşünen, yardımcısı olan birisi bulunduğunu duyunca nasıl duygulanırdı kim bilir! Allah ikinize de artmış bir sevgiyle bakar, merhametiyle sevgisinin sınırı olmadığı için, senin acıdığın birine bunları kat kat bağışlar, senin hatırına bağışlar onu.”

Hz. Peygamber dua konusunda şöyle buyurur:

“Allah ile arasında perde bulunmayan iki dua vardır. Biri mazlumun duası, diğeri kişinin din kardeşinin gıyabında yaptığı duadır.”

“ Bir kimse, gıyabında birine dua ederse, melekler aynı şekilde ona dua ederler.”

 “En makbul dua, gaibin gaibe yaptığı duadır.”

                    Dua!

Dua ile doğduk biz, onu hız biliriz,

Semadadır elimiz, cana söz oluruz,

Başka var mı yerimiz, Hakta naz buluruz,

Aflarını saçıver, bizi terk eyleme!    


Derinden bakınışlar, Rahmana ulaşır,

Hüzünlü yakınışlar, hû’lara karışır,

Seherde yakarışlar, Allah’a erişir,

Rahmetini açıver, kapı berk eyleme!

 

Zoru tattığımızda, ellerden tutuver,

Yanlış yaptığımızda, yollara katıver,

Özden saptığımızda, kulundan atıver,

Hatalardan geçiver,  zehir zerk eyleme! 

 

Gözyaşlıdır duamız, Rahmanımız sensin,

Salahımız rehamız, Mihmanımız sensin,

Günahlarla bîtabız, dermanımız sensin,

“Kulum” diye seçiver, nara gark eyleme!

 

Emanet

OZAN GÖZÜYLE

OZAN SÕZÜYLE

               Aşık Ataroğlu

 

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

Sevgili dostlar, bu muhabbetimiz de emanet üzerine olsun istedim. Nedense biz millet olarak hatta insanlık olarak bu emanet konusunu ya anlayamadık yada anlamak istemiyoruz. Bir türlü içimize sindiremedik.

Bence insanın eğitiminde en önce verilecek ders emanet olmalı. Ana dilimiz gibi emanetin ehemmiyetini öğrenmeliyiz. Annenin babanın en önemli görevi olmalı bu emanet duygusunu evladına kazandırmak. Ama tabi duyguyu kazandırmak kendi yaşantılarıyla tezat teşkil etmemeli.

Bu duygu ve alışkanlık eğitimine okullarımızda daha da şumullü olarak devam edilmeli ve kazandırılmalı.

Bir japon atasözünde derk ki " Bize bu vatan atalarımızdan miras kalmadı, gelecek nesillerden emanet aldık"

Bu pencereden bakarak vatanımız bayrağımız cumhuriyrtimiz kültürümüz(gelenek görenek örf adetlerimiz  edebiyata eserlerimiz vb.) elimizde bulunan her şeyimiz gelecek nesillerin emanetidir.

En baştan çocuklarımız oyuncaklarını kırıyorsa, okul sıralarını kirletiyor çiziyorsa okul eşyalarına zarar veriyorsa emanet eğitimini almamış demektir.

İleriki yaşlarda çalıştığı kurumlarda da aynı sorumsuzluğuna devam ettiğini düşünün. Düşünün felaket olur değilmi. Zaten de olmuyormu. Çalıştığı fabrikayı zarara uğratanlar hatta yakanlar, yine çalıştığı kurumu babasın malı sanıp kendi menfeatına kullananlar aramızdan çıkmadımı halada devam etmiyorlarmı.

Şimdi biraz da en önceye gidelim. İnsanın ilk yaratılışına. Biz kendi kendimize olmamışız bizi en güzel şekilde yaratan ve ilkimizede Adem diyen bir yaratıcımız var. O da Allah.

Ne bedenimizin var oluşunda nede Dünyanın üzerindeki emrinize verilen her bir şeyin var oluşunda bizim bir sermayemiz yok. Sermaye Onun, onun kârı bizim. Tabi zararıda bize ait.

Senin ruhunu yaratıp üzerine bu bedeni giydiren sahibin, var oluştan bu yana daima rehberler ve kullanma kılavuzlarını da göndermiş.

Demiş ki sana verilen her şey emanet gönderdiğim rehbere birde kullanma kılavuzu verdim. Rehberden bu kılavuzun içinde yazanları öğren ve daima kılavuzu yanında taşı. Dünya hayatında neyi nasıl yapacağını bu kılavuza göre yapacaksın. Gün gelecek emanetini geri alacağım hesabıda o zaman görürüz demiş.

İnsanlığın yaratılışından bu yana ilk insanı kendi kendine ve çocuklarına rehber tain ettikten sonra binlerce rehber göndermiş ve son olarak ta bizlere Hz. Muhammed Mustafa'yı(s.a.v) rehber olarak göndererek hayat ve kulluk klavuzumuz olarakta Kuranı vermiş.

Dostlar bu konuda yazılacak çok şeyler var ama ben sözü şuraya getirmek istiyorum.

Şu anda tüm Dünyayı sarsan bir Çorana virüsü var.Bütün Dünya milletleri bu virüsle kalkıyor bununla yatıyor. Haberlerin hepsi virüs üstüne. Her kafadan tavsiyeler yorumlar. Ayrıca komplo teorileri. Bundan sonra yaşantı şöyle olacakmış böyle olacakmış.

Dostlar Dünya veya yaşantı sağ kalanlar için nasıl olur kimsenin bileceği bir şey değil.İnsanların komplo teorileri varsa Allah'ın değişmez kaderi var. Allah'ın indinde her şey biliniyor ve işleyiş ona göre gidiyor.

Eee Ataroğlu sen işi bitirdin yani hiç bişey yapmıyalımmı der gibisiniz. Asla öyle bir şey demiyorum. Tabi ki üzerimize düşeni yapacağız.

Hemen kullanma klavuzumuza ve rehberimizin tavsiyelerine baktığımızda zaten çok açık .

Ne buyurmuş efendimiz rehberimiz "Bir yerde veba varsa oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba varsa da oradan da çıkmayınız"

İşte sana talimat uymalısın. Daha başka dinimiz ilim dinidir. Doktorların ve bilim adamlarının tavsiyelerine uyacağız. O zamanlar veba şimdi Corona. Geçen çağlar içinde nice virüsler, bulaşıcı hastalıklar çıkmış binlerce insan can vermiş.

Bunların hepsinden yaratan haberdar. Onun izni olmadan hiç bir şey çıkamaz. O dilemezse kimse bir şey dileyemez.

Dostlar muhabbetimizin başında konuşmuştuk ya bu beden bize emanet biz emaneti korumakla görevliyiz. Ölümün ne zaman nerde ne şekilde geleceğini bilemeyiz.

O zaman yapacağımız bütün korunmaları Allah'ın emri olarak yapmalıyız. İşte o zaman hareketleriniz ibadet hükmüne de geçiyormuş.

Vazifeni yap tevekkül et.

Haa, kendi emanetimizi korurken başkalarının emanetine de saygılı olmalıyız çünkü onunda hesabını bizden soracaklar.

Dostlar araya birde fıkra koyalımda hem düşünelim hem de birazcık gülelim.

Babayla oğlu deniz kenarına kamp yapmaya gitmişler. Çadırlarını kurup eşyalarını yerleştirmişler.

Akşama kadar yüzmüşler spor yapmışlar zamanı gelince de yatmışlar.

Gece bir ara baba uyanmış ki yıldızlar görünüyor. Hemen oğlunu kaldırmış demiş bak bakalım yukarıda ne görüyorsun bir değişiklik varmı.

Oğlu yıldızları görüyorum baba deyinca babası tekrar sormuş. Nasıl olmuş bu iş. Oğlu başlamış anlatmaya demiş , Astronomi ilmine göre yıldızlar birer güneştir onlardan galaksiler oluşur falan derken babası ensesine yapıştırmış.

Demiş ulan salak oğlum görmüyormusun çadırı çalmışlar.

Sevgili dostlar inanın çoğumuzun üzerimizdeki çadırdan haberimiz yok ahkam kesiyoruz.

Anlayan ne anlarsa anlasında ben bir ozan olarak muhabbete bir şiirle son vereyim.

Sağlıcakla kalın.

EMANET 2

Neyim var ki bana ait

Söylediğim söz emanet

Senin varmı sana ait

Seyrettiğin göz emanet

 

Emanetin sahibi var

Odur bize en güzel yar

Yeşil ova karlı dağlar

İniş yokuş düz emanet

 

Karun kadar malın olsa

Evin Barkın altın dolsa

Hesabı var nasıl olsa

Çok emanet az emanet

 

Geçen ömrüm bunca yaşım

Elim kolum ayak başım

Dilim dişim gözüm kaşım

Aynadaki yüz emanet

 

Dört mevsim gelip geçecek

Herkes ektiğin biçecek

Onlar bir mevsimlik çiçek

Torun oğlan kız emanet

 

Ataroğlum gönül eri

Emanete ver değeri

Benim sinem yangın yeri

Ocak onun köz emanet

VEYİS ERSÖZ HOCA’YI “İYİ BİLİRDİK…

Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate dönerek “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurladık.

Veyis Ersöz Hoca’mızı en son olarak Aydoğdu semtindeki evinde 4 Haziran 2018 Pazartesi günü ziyaret ederek elini öpmüştüm. Daha önce de Salih Sedat Ersöz Bey’in evinde Konya Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Dr. Mustafa Güçlü ve üyeleriyle birlikte hatıralarını dinlemiştik. Konya Aydınlar Ocağı, Yazar Veyis Ersöz için Şükran Gecesi düzenleyerek ve teşekkür plaketiyle taltif ederek büyük bir vefa örneği göstermişti. O gecede de kendisinden hayatıyla ilgili çok anlamlı ve düşündürücü, genç nesillere ışık tutan hatıralar dinlemiştik.

Merhaba Gazetesinde 1994’ten 2001’e kadar yazı işleri müdürü olarak görev yaptığım süre içerisinde yazılarını bazen elden, bâzan de görev yaptığı Konya İlim Yayma Cemiyeti’nden bir başkası vasıtasıyla gönderirdi. Elden getirdiği zaman yazısını okur, beraber mütalaa eder ve memleket meseleleri hakkında konuşurduk.

Ziyaret ettiğimiz günden elli dört gün sonra vefat haberini aldığımda; “İmanla yaşadı, imanlı öldü!” dedim. Cenaze namazını kıldıran İmam, cemaate döner ve “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorunca; cemaat hep bir ağızdan “İyi bilirdik” diye üç defa aynı sözü tekrarlar ya… Veyis Ersöz Hoca’yı iyi bildik, iyi bilirdik ve iyiler arasında son yolculuğuna uğurlarken de oğlu Ömer Ersöz’ün dediği gibi Velhasılı Kelam Güzel Yaşadın, Güzel Öldün” deme makamındayız.

Kabri nurla dolsun, mekânı cennet olsun ve Rabbim bizleri de cennetinde cem eylesin.

 

allaha-ismarladik.jpg

Veyis Ersöz Hoca imanlı bir şekilde iyi yaşadı, imanıyla birlikte iyi bir şekilde aramızdan ayrıldı.

Kendisinden pek çok hatıra dinledim. Hânesine gittiğimde duvarda asılı duran levhada şu güzel hadisi şerif yazılı idi:

“Allah’ım! Dünyada bize iyilik ver. Ahirette de bize iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” Hz. Muhammed (s.a.v.)

Veyis Hoca, yazılarında devamlı olarak iyiliği emreder, kötülükten sakındırarak kötülere karşı savaş açardı. 

Televizyon izlerken, gazete okurken ya da ya da herhangi bir yerden geçerken görmek veya duymak istemediğiniz birçok şeyle karşılaşırsınız. Fakir insanlar, cinayetler, toplu kıtaller, katliamlar, açıkça haksızlığa uğrayan ama hakkını arayamayan kişiler, kavgalar, sataşmalar, küfürler, incitici ve aşağılayıcı sözler, çekişmeler, tartışmalar, çeşit çeşit menfaat uğruna çıkartılan huzursuzluklar, zorbalıklar ve daha birçokları.

Elbette siz de herkes gibi huzur ve güvenlikli, hiç kimsenin bir diğerine zarar veya tedirginlik vermediği, insanların barış ve dostluk içinde yaşadıkları, birbirlerinden daima güzel, övücü, saygı ve sevgi dolu sözler işittiği bir toplumda yaşamak istersiniz. Elbette diğer bütün insanlar gibi siz de televizyon kanallarını değiştirdiğinizde, gazete sayfalarını çevirdiğinizde veya işinizde, evinizde, ailenizle birlikteyken hep güzel ahlâka sahip, neşeli, candan, dürüst, saygılı, sevgi dolu, hoş sohbet insanlar görmek, hep müjdeli ve güzel haberler duymak istersiniz.

Barışın, huzurun ve güven ortamının hakim olduğu bir toplumda yaşamayı samimi olarak isteyenler arasında ortaya koyduğu kitapları, yazdığı makaleleriyle Veyis Ersöz’ü gördüm, hayatını anlattığında mücadele dolu, zulme karşı çıkan zâlime asla alkış tutmayan onurlu ve zorlu bir kaleme şahitlik yaptığımı söyleyebilirim.

Muhit ve çevrenize baktığınızda olayları akıl, vicdan ve sağduyu ile değerlendirdiğinizde, yukarıda sıraladığımız bütün bu güzelliklerin insanlar arasında hakim olması için çalışan, bütün vaktini, imkânlarını ve enerjisini buna vakfeden insanların var olduğunu fark edeceksiniz.

veyis-ersoz-2.jpg

İşte Veyis Ersöz de vakıf bir insan olarak karşımızda duruyor.

O halde size, bize ve hepimize düşen görev; iyilerle ittifak kurmak, iyi insanlar arasına katılmak, iyilerle, samimilerle, şefkatlilerle, candan ve adaletli insanlarla, dürüstlerle, merhametlilerle, vatanseverlerle, milliyetperverlerle, müsamahakârlarla, vicdan sahipleriyle, hayırseverlerle, alçakgönüllülerle, affedicilerle bir olmak ve onlara bütün desteğimizi vermekle mükellef olduğumuzun şuur ve bilinciyle hareket etmeliyiz.

İçinde bulundukları refahın, huzurun peşine düşen zulmedenlerden, suçlu ve günahkârlardan olmamak adına; yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi iyi insanlardan olmalıyız.

Unutmayınız ki dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.

Unutmayın ki zulme rıza göstermek, yeryüzünde durmak bilmeyen kötülüklere karşı ses çıkarmadan seyirci olmak, herşeyi balkondan seyretmek, zulmün ta kendisidir.”

 

AZİZİM DİYOR Kİ…

Veyis Ersöz Hoca, en son verdiği pozunda bizlere el sallıyordu. Yâni bize ve sevdiklerine; “Allahaısmarladık, hoşça kalın, elveda…” diye mesaj yolluyor.

Gerçek ahiret yurduna imanlı bir şekilde göçen Veyis Hoca’m!

Güle güle…

Nûr içinde yat.

Yoldaşın Peygamberimiz olsun.

Tefekkür Edip Aklını Kullanan İnsan Ateist, Deist Olamaz

       Aklımızı kullanıp tefekkür etmemiz gerektiğini Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden çok net öğreniyoruz. Tefekkür edip aklını kullanan insan Ateist, Deist olamaz. Sorgulayan aklını kullananlar Allah(c.c.)’ın var ve bir olduğu hakikatini kavrayıp inanırlar. Üzerinde tefekkür etmediğimiz zaman zerreden kürreye yaratılmış olan her şey sıradanmış gibi değerlendirilebilmektedir. Ancak, mikro-makro âlemleri tefekkür edip, bizlere verilen bütün nimetleri düşünüp hayretten âyate, sonucunda hidayete erişince ne kadar da şükretmemiz gerektiğini çok iyi anlamaktayız. Tabi ki inanmayanların bu lezzetten, mutluluktan uzak durmaları, kendi yaratılışlarına, Kâinat kitabına ve Kur’an-ı Kerim’e mesafeli davranmalarından kaynaklanmaktadır. Mü’min; verilen her bir nimetin şükrünü eda edebilmek, nankörlük etmemek için âlemlerin sahibi Allah (c.c.)’a, gerçek anlamda kulluk görevini yapmak için çalışır.

     Âyet-i Kerîmelerde: “Gökleri yedi kat üzerine yaratan O' dur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk Sûresi âyet:3-4) “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.” (İbrahim Sûresi âyet:34) “Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Nahl Sûresi âyet:18) buyurulmuştur.

     İnsan vücudunda ortalama olarak 70 (yetmiş) trilyon hücre bulunmaktadır. Sağlıklı bir nefes alıp vermemiz çok önemli bir nimettir. Atom: proton, nötron(çekirdek) elektron (yörüngede dönüş hızı 100 km/saat).Çekirdek, atomdan 10 bin kere küçük. Bir damla suda, 9 kentrilyon atom bulunmaktadır. Dünyanın balansı dağlar olduğunu Nahl, Enbiya ve Lokman Sûrelerindeki âyetlerden öğrenmekteyiz. Işık hızı (300 bin km/sn, 1 bir saniyede 7. 5 ekvator turu) Bir ışık yılı:10 trilyon km. Kutup yıldızı 6,5 katrilyon km, varış 650 yıl. Dünya; kendi ekseni etrafında saatte 1666 km, güneşin etrafında ise 107 bin km hız ile dönmektedir. Güneş bir turunu 230 Milyon yılda tamamlamaktadır. Güneş, 1 milyon dünyayı içine alabilir. Güneşte saniyede 5 milyon ton yok olmakta (700 milyon ton hidrojen,695 milyon ton helyum) ısının 2 (iki) milyarda biri. Ay’ın dönüş hızı 13.000 km/saat. Güneşten;   150 milyon kez daha büyük kütleli gök cisimleri, 100 milyar kez daha büyük gökadalar,  1 milyar kez daha parlak yıldızlar,  Güneş gibi 1 trilyon yıldız topluluğuna sahip Samanyolları,  Güneşin bir yılda yaydığı enerjiyi 6 saniyede veren gök cisimleri,  Güneş’in 5 milyar senedir yaydığı enerjinin  50 katı enerjiyi Evrene yayan yıldız patlamalarının keşfedildiği bilinen gerçeklerdir.

     Saniyede kendi ekseni etrafında 1122 defa dönen ve bir küp şeker kadar parçası 40 milyar ton gelen nötron yıldızları, saniyede 1 milyon 120 bin km. hızla bizden uzaklaşan yıldız kümeleri keşfedilmektedir. Saatte 1.000 km. hızla giden bir uçakla Güneş gezegenlerinin bize en yakın yıldıza 16 milyon senede varılabilir. Samanyolu’nun içinde Güneş gibi 1 Trilyon 500 bin yıldız olduğu ve kâinatta 200 milyar Samanyolu olduğu tahmin edilmektedir

   Yaratılan zerreden kürreye, mikro-makro âlemleri tefekkür, insanı tahkiki bir imana götürecek bilgilerle düşünce dünyamızı berraklaştıracak güzelliktedir. Kâinattaki zerreden kürreye var olan her şeyin, Allah inancına insanı götürdüğü bilgilerini çok net olarak görüp öğrenmekteyiz. Görmediği, duymadığı, dokunmadığı şeyler hususunda insanları İmana davet ederken, mümkün olan her türlü akli ve nakli delilleri kullanarak, mantıklarına hitap ederek, insanları inkâr batağından çıkarıp, ikna pazarına getirmemiz gerektiği için çok güzel çalışmalar yapmalıyız. Biz, hak ve hakikatten ayrılmadığımız sürece hiçbir beşeri düşüncenin, İslâm’a galip gelebilmesi mümkün değildir. Ancak biz hakikatin farkında olmaz ve anlatamaz isek, kusur bize ait olur.

    Allah(c.c.)’ın var ve bir, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna hiçbir tereddüde mahal bırakmadan inanmaktır çok önemlidir. Gerçek İmana ilimle araştırmayla, Allah(c.c.)’ın semada ve arzda sergilediği delillerini eserlerini temaşa edip, ibret alıp, ikna olmakla mümkün olduğu aşikârdır.

   Dünyanın yuvarlak oluşu konusunda, Müslümanlar, Galileden çok önce: incelemeler yapmışlar, fikirler yürütmüşlerdir. Bu hususta: Dünyanın döndüğü, yuvarlak olduğuna dair ayetler, ima ve işaretlerden yola çıkılmıştır. Nazirat Süresinin 30. Âyet-i Kerimesinde: “Yeri devekuşu yumurtası biçiminde yaptı” buyurulmuştur.

   Sa’d ve Seyyid kardeşlerin Makasıd, Fahreeddin-i Razi’nin “Müfatühül Gayb”, İmam Gazalinin “Tehafütül Felasife”, Muhyiddin-i Arabinin “Futuhat” v.b. eserlerde dünyanın ve diğer yıldızların küre olduğunu bildirmişlerdir. Geçmişimizdeki ecdadın çalışmalarını ve mucitlerinin günümüzde de yeniden canlanması için bir ufuk açmakta, yarınlarda gerçek anlamda söz sahibi olmak için çok çalışmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir. Bir kanadı ile değerlerimize bağlı bilgili güzel ahlaklı Âsımın Nesli diğer kanadı ile teknoloji ile mücehhez Tekno Fest gençliği bu anlamda çok önemlidir. Tefekkürden yoksun olanlar, başıboş insanlardır. Tefekkürün tevekkül ile bütünleşmesi gerekir.

     Bilimin şimdilik bilemedikleri, henüz açıklayamadıkları birçok husus bulunmakla birlikte her geçen gün yeni bilgilere de sahip olunmaktadır. Ahmet Hamdi Akseki: “Allah’a İnanç zaruri ve fıtridir. Allahın varlığına kanaat için dışardan deliller aramaya gerek yoktur. Fıtratı bozulmamış olan, ruhu hasta olmayan her insan bunu bulur ve anlar. Bu yoldaki deliller sadece insanı uyarmak ve içindeki fıtri ve zaruri bilgiyi inkişaf ettirmek ve düzeltmek içindir. Peygamberlerin gönderilmelerinde ki hikmet ve gayede budur. İnsanın kendi yaratılışı kendi fıtratı da bizatihi Allah(c.c.)’ın varlığına delalet eden bir delildir” demiştir.

    Görünürde insan küçük, kâinat büyük âlemdir ama hakikatte ise; insan büyük, kâinat küçük âlemdir. İnsanın yaratılışına ve özelliklerine baktığımız zaman bu husus kolayca anlaşılır. Kâinatta her şey insan için yaratılmıştır. Allah (c.c.); tefekkür etmeyi, akli ve nakli deliller ışığında tahkiki iman ile birlikte amel-i salih Mü’minlerden olmayı her birimize lütfeylesin. Sıhhat ve afiyetler dilerim.     

omerlutfiersoz@gmail.com

 

ÜNİVERSİTELERE VE STK'LARA ÇAĞRIMDIR

Reis'in 21 yıllık iktidarında Türkiye fiziken çok değişti, maddi kalkınmada gerçekten büyük başarılara imza atıldı, bunu inkar etmek nankörlük olur. Yeni kuşak pek bilmese de, yaşı 60-80 arası eski kuşak, yeni Türkiye ile eski Türkiye'yi karşılaştırdıklarında bu inanılmaz değişimi hemen fark eder. 
 

Ben burada, yeni yapılan fiziki/maddi hizmetleri sayacak değilim. Sadece bu hizmetlerle yetinilmesi gerektiğine de inanmıyorum. Zira, en az maddi kalkınma kadar manevi kalkınmanın da önemli olduğuna inanıyorum. Hatta bu ikincisinin birincisinden daha elzem olduğunu söylüyorum. Hatırlayın, merhum Erbakan Hoca siyasete ilk atıldığı günden son ana kadar "önce ahlak ve maneviyat" anlayışını kendine rehber edinmişti ve haklıydı. 

Erbakan'ın öğrencisi sayılan Erdoğan'ın ağır sanayi hamleleri başta olmak üzere, enerji, sağlık, imar, diplomasi vb. gibi konularda büyük kalkınma hamleleri gerçekleştirdi, Ancak, bu başarıyı manevi kalkınmada gösteremediğini kabul etmek gerekir.  Reis'in bu son beş yıllık döneminde artık maddi kalkınmadan ziyade, manevi kalkınmaya daha çok ağırlık vermesi gerektiği kaçınılmaz olmuştur. Özellikle eğitim alanında reform niteliğinde politika değişikliğine şiddetle ihtiyaç vardır. 

Milletimizin inancına, tarihine ve kültürüne uygun ve uyumlu yeni bir eğitim politikası için görevi sadece Reis'ten ve ekibinden beklemek yeterli değildir. Onlara elbette yardımcı olmak gerekir. Bunun için de, özellikle ÜNİVERSİTELER ve STK'lar kolları sıvamalı, adeta seferberlik ilan ederek yeni eğitim politikalarını oluşturmak üzere panel, sempozyum, çalıştay, seminer vb. gibi geniş katılımlı toplantılar yapmalıdırlar. 

Bu platformlarda, eğitimci akademisyenler ve sahada çalışan konusunda uzman eğitimciler tarafından olgunlaştırılarak ortaya çıkacak olan ortak görüş, teklif ve taslaklar, sosyal medya, basın ve görsel medya aracılığıyla kamuoyuna duyurulmalı ve ilgili makamlara acilen sunulmalıdır.  

Türkiye'deki "eğitim sorunu" ekonomik krizden çok daha önemlidir. Çünkü ekonomik kriz de dahil, Türkiye'deki tüm krizlerin baş müsebbibi, yıllardır rayına oturtulamayan eğitim sistemimizin bozukluğu ve yetersizliğidir. 

İçeriden ve dışarıdan büyük baskılar ve engellemelere rağmen İstanbul Sözleşmesini rafa kaldıran ve Ayasofya'yı ibadete açan bir irade, inanıyorum ki eğitime yön veren ABD ağırlıklı Fulbright komisyonunu da rafa kaldıracak, kendi tarihimize, inancımıza, milli, manevi ve kültürel değerlerimize uygun yeni bir eğitim sistemi oluşturmaya gücü yetecektir. 

Bu noktada, Reis'in ve yeni kabinenin elinin güçlenmesi için konuya duyarlı muhalefet partileri de dahil olmak üzere tüm kamuoyunun desteği ve yukarıda saydığım kurum ve kuruluşların çalışmaları ve katkısı büyük önem arz etmektedir.  

Artık, üniversitelerimizin eskiye dönük bilimsel çalışmalarla bilinenleri tekrar etme yerine, geleceğimizi inşa edecek ve gençliği ilmen ve ahlaken eğitecek faydalı çalışmalara yönelmeleri, özellikle de icra makamının politikalarına ve icraatlarına yön verecek akademik araştırmalara ağırlık vermeleri, toplumun ortak beklentisidir.   


Yeni Dönemden Ne Bekliyoruz?

28 Mayıs Pazar günü yapılan ikinci tur seçimde yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, vakit kaybetmeden kabinesini açıkladı. Yeni kabine ilk toplantısını yaptı bile… Böylece yeni dönem başlamış oldu.

Yüce Allah, yeni kabineyi ve yeni dönemi ülkemiz için hayırlara vesile kılsın. Umarım yeni dönem, halkımızın bütün sıkıntılarının son bulduğu ve beklentilerin karşılandığı bir dönem olur.

Açıklanan bakanlar kamuoyunda olumlu karşılandı. Bu olumlu karşılanma umutların artması anlamı taşıdığı kadar, bir yandan da kabinenin tümüyle sorumluluğunun artması anlamına da gelmektedir. Bakanlarımızın bu sorumluluk anlayışı içinde çalışarak ülkemize ve halkımıza önemli hizmetler yapacaklarına inancımız tamdır.

Bu dönemden en büyük beklenti enflasyonun ve hayat pahalılığının sona erdirilmesidir. Ülkemizde son bir yıl içinde ekonomik olarak büyük sıkıntılar yaşanmasına rağmen halkımız sırf güvendiği için Cumhurbaşkanlığına yine Recep Tayyip Erdoğan’ı seçti. Bu güvenin karşılığı halkımızın bütün sıkıntılarının ortadan kaldırılması ile verilebilir. Cumhurbaşkanımız yaptığı konuşmalarda da bu güveni boşa çıkarmayacaklarının defalarca sözünü verdi.

Halkımızın en büyük beklentisi olan hayat pahalılığını ortadan kaldırmak, bununla birlikte artan kiralara bir çözüm bulmak yeni kabinenin önceliği olmalıdır. Şimdiye kadar Cumhurbaşkanımız çalışanları ve emeklileri enflasyona ezdirmemek için ne gerekiyorsa yaptı, maaş artışlarını enflasyonun altında kalmayacak şekilde ayarladı ama bu yeterli olmadı. Bu konunun tamamen gündemden çıkması ve halkın rahatlaması, enflasyonun ve hayat pahalılığının kesin olarak durdurulması ile mümkündür.

Enflasyonla mücadele kadar önemli olan bir diğer konu Eğitim konusudur. Eğitimde maalesef bugüne kadar önemli bir yol alınamadı. Her ne kadar 28 Şubat’ın Eğitim üzerindeki olumsuzlukları ortadan kaldırılmış ise de halkın beklentisi sadece bunlardan ibaret değildir. 21 yıldır ders müfredatlarının değiştirilememiş olması en büyük handikaptır. Ders kitaplarının içeriğinin milli ve manevi değerlerimize uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Yeni yetişen gençlerimizi ahlaklı, dürüst, ailesine, vatanına ve milletine hizmet eden, inançlarımıza bağlı bireyler olarak yetiştirmek istiyorsak bu önemli konuyu öncelikli olarak gündeme almak zorunluluğu vardır.

Her zaman söylüyorum. Ders müfredatlarının değişmesi ve ders kitaplarının içeriğinin değerlerimize uygun hale getirilmesi zor bir konu değildir. Bir – iki yılda rahatlıkla yapılması gereken bu konuda 21 yıl boyunca yol alınamaması çok büyük üzüntü kaynağıdır. 80 darbesinden sonra Kenan Evren gibi bir darbeci kafanın Cumhurbaşkanı olduğu o zor dönemde Vehbi Dinçerler’in Eğitim alanında yaptığı olumlu faaliyetler hâlâ zihinlerdedir. Aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen Vehbi Dinçerler ve Hasan Celal Güzel gibi bakanların yaptığını yapabilen bir bakanın Milli Eğitimin başına gelmemiş olması ne kadar üzücüdür.

Adı Milli Eğitim olsa da millilikle ilgisi olmayan Eğitim sistemimizde köklü değişikliklere ihtiyaç vardır. Bunlardan birisini yazdım. Ders müfredatlarının değerlerimize uygun hale getirilmesi zorunludur. Hem de derhal… Ayrıca 4+4+4 sisteminden vazgeçilmesi, eskiden olduğu gibi ilk veya ortaokuldan sonra meslek dallarına da yönlendirme yapılması gerekir. Liseyi bitiren hiçbir delikanlı o yaştan sonra gidip sanayide çalışmaz. Be sebeple ülkemizin ihtiyaç duyduğu sanayi dallarında şiddetle elemana ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı şimdilik Suriyeliler karşılamaktadır. Onlar giderse bu dalda büyük bir boşluk oluşacaktır. Şimdiden bu boşluğu doldurmanın adımları atılmalıdır. Bu adımlardan birisi 4+4+4 sisteminden vazgeçmektir.

Ayrıca okullara zorunlu olarak ahlak dersi konulmalı, evlatlarımıza İslâm ahlak ve fazileti öğretilmelidir. Merhum Erbakan hocamız yıllar boyu “Önce Ahlak ve Maneviyat” diye boşuna çırpınmadı. Ahlak ve maneviyat her şeyin temelidir. Yani Eğitimde kesin olarak milliğe, yerliliğe ve maneviyata ağırlık verilmelidir. Yeni Bakan Yusuf Tekin’in bunu başaracağı umudunu taşıyoruz.  

Diğer yandan kültür çok önemli bir konudur. Kültür ile Turizmin birleştirilerek tek bakanlık yapılması çok yanlıştır. Kültür ile Turizmin konuları çok farklıdır. Hele hele bu bakanlığın başına Turizm şirketleri olan bir kişinin getirilmiş olması ve bunda ısrar edilmesi kültür konusunun ikinci plana atılması anlamına gelmektedir. Halbuki kültür, turizme kurban edilmeyecek kadar hayati bir konudur. Eğitimde olduğu gibi kültürel alanda da milliliğe, yerliliğe ve maneviyata ağırlık vermek gerekiyor.

Kültür; bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan adet, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tamamıdır.

Kültür; tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaşanılan her türlü değer ile sonraki kuşaklara iletmede kullanılan ölçülerin ve araçların tümüdür.

Kültür; bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan, geçmişten beri değişerek devam eden, kendine özgü, sanatı, inançları, örf ve adetleri, anlayış ve davranışları ile onun kimliğini oluşturan yaşayış ve düşünüş tarzıdır.

Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere çok çok önemli olan kültürü kendimize has kılmak ve sineması, tiyatrosu, dizileri, müziği hâsılı her türlü sanatı kendi kültürel değerlerimize uygun hale getirmek için gayret etmek gerekmektedir. Cumhurbaşkanımızın kabine toplantısından sonra yaptığı konuşmada “kültürde de yeni hamleler yapmak gerekiyor” sözünün bunları içerdiğini düşünüyorum. Bakan Mehmet Nuri Ersoy bundan sonra turizmden daha fazla kültüre ağırlık verir İnşallah…

Dış İşleri Bakanlığının Mevlüt Çavuşoğlu’ndan sonra da ehil bir kişinin eline geçtiğini düşünüyorum. Hakan Fidan’ın devir teslim konuşmasında söylediği “milli dış politika” vurgusu oldukça önemlidir ve izlenecek yol haritasının nasıl olacağını ortaya koymaktadır.

Süleyman Soylu’dan sonra İçişleri Bakanlığına getirilen hemşehrimiz Ali Yerlikaya’dan olumlu ve güzel bir icraat bekliyoruz. Terör odakları ile yapılan mücadele devlet politikası olduğu için ondan asla geri adım atılamaz. Bunun dışındaki konularda Ali Yerlikaya’nın olgun ve uysal kişiliği ile içişlerinde herkesi kucaklayan, kuşatıcı, adalete önem veren bir faaliyet ortaya koyacağından şüphemiz yoktur.

Yeni Aile Bakanı ile aileye önem veren LGBT gibi sapkınlıklara müsaade etmeyen, 6284 sayılı kanunda olduğu gibi içinde aileye zarar veren maddeleri ıslah eden bir faaliyet ortaya koymasını beklemek vatandaşlarımızın hakkıdır.  

Murat Kurum gibi oldukça çalışkan, dinamik, aktif ve genç bir bakandan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığına getirilen Mehmet Özhaseki İnşallah bizi yanıltır. Gerek deprem bölgesinin yeniden inşasında gerekse İstanbul başta olmak üzere diğer bazı şehirlerdeki dönüşüm hamleleri ve ülke genelinde yeşil alan miktarının arttırılması gibi çalışmalarındaki etkinliğini ve başarı grafiğini takip edip göreceğiz.

Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak’tan gençlikle ilgili, gençliğimizin kendi değerlerimize bağlı olarak yetişmesi ile ilgili yeni hamleler bekliyoruz. Bu bakanlıkta eğitim ve kültür kadar önemlidir.  

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’ten yukarıda da bahsettiğim gibi ekonomi alanında büyük beklentiler var. Bu beklentileri boşa çıkarmayacak adımları bekliyoruz.

Enerji alanında ülkemizin geldiği nokta ileri bir seviyedir. Yeni Bakan Alparslan Bayraktar’ın bu seviyeyi daha da yukarılara taşıyacağının umudunu taşıyoruz.

Hemşehrimiz Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, pandemi sürecinde çok olumlu bir icra ortaya koymuştu. Bundan sonra kendisinden sağlık alanında yeni hamleler, yeni gelişmeler bekliyoruz.

Diğer Bakanlarımızın da kendi alanlarında olağanüstü bir çalışma sergilemelerini ve her bakanın milli ve manevi konulara ağırlık vermesini ümitle bekliyoruz. Hele hele savunma sanayinde asla geri adım atmadan yeni atılımlar yapmak gerekiyor. Güçlü ülke, yerli ve milli savunmada ilerlemiş ülkedir.

Bu vesileyle Cumhurbaşkanımıza ve yeni kabinede görev alan bakanlarımıza Allah’tan muvaffakiyetler niyaz ediyorum. Ülkemiz ve milletimiz için hayırlara vesile olsun. Sağlıklı ve mutlu yarınlar diliyorum.

 


YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi