Bugün; 11 Eylül 2024, Çarşamba
Ahmet EFE
Metni küçült
Ahmet EFE
Cümle Kapısı
TE’VÎLÂTÜ’L-KUR’AN’ ın Türkçeye Tercümesi’nden NOTLAR -8-
Tarih : 2023.01.23  17:12:49

6. CİLT’ten Notlar

* Sihir, uzaktan görülen serap gibidir. “Susamış kimse onu su zanneder.” [Nûr, 24/39] meâlindeki ayet-i kerîmede belirtilen duruma benzer. Bunun gibi sihir de görünüşü bakımından gözleri alır, hakikatte ise geçersiz olup bir gerçekliği yoktur. (s. 29)

* Cenâb-ı Hak bir kişi için biri ölüm diğeri öldürülmek üzere iki ecel tayin etmekten münezzehtir. Fakat Cenâb-ı Hak, ilminde öldürüleceği belli olan kimsenin ecelini öldürülme, normal bir şekilde ölenin ise ecelini ölüm yapmıştır. Rivâyet edilen “Sıla-i rahim ömrü uzatır.” hadisi bu manadadır. Yani Cenâb-ı Hak sıla-i rahim yapacağı bilenen bir kimsenin ömrünü sıla-i rahim yapmayacağı bilinen bir kimsenin ömründen daha uzun yapar. Yoksa bu, Cenâb-ı Hak’kın söz konusu kimsenin ömrünü bir vakit için belirler, sonra da sıla-i rahim yaptığında bunu uzatır anlamında değildir. Zira belirttiğimiz üzere böyle bir şey ancak neticeleri bilmeyen kimsenin durumudur. Fakat olan ve olacağı -ki olduğunda nasıl olacağını- bilen için böyle bir durum söz konusu değildir. (s. 48- 49)

* Yüce Allah’ın Hz. Musa ile konuşması hakkında İmam Mâtürîdî şu açıklamayı yapıyor: Bizim bu konuşmanın keyfiyetini ve mahiyetini tasvir etmemiz mümkün değildir. Ancak şöyle deriz: Cenâb-ı Hak bir kelam (söz) ve ses yarattı, yaratılmış bir kelam ve yaratılmış bir sesle, bunu dilediği şekilde ve dilediği şeyle, Hz. Musa’ya (a.s.) işittirdi. (s. 58)

* Cenâb-ı Hak’kın ahrette görülebilmesi, anlamaya çalışmaksızın ve tefsir etmeksizin bize göre gerçektir ve gerekli bir görüştür. Buna delil şu ilahi beyandır: “Gözler O’nu idrak edemez, halbuki O gözleri idrak eder.” [En’am, 6/103] Eğer görülmeseydi, idrak edilmediğinin belirtilmesinde bir hikmet olmazdı. Zira onun dışındaki varlıklar görme dışı bir yolla idrak edilemezler. (s. 59)

* “Allah nasıl görülür?” diye bir soru sorulursa buna şöyle cevap verilir: Keyfiyetsiz görülür, zira keyfiyet şekil sahibi varlıklar içindir. Bilakis Allah ayakta olmak, oturmak, yaslanmak, tutunmak, birleşmek, ayrışmak, yüz yüze olmak, sırtını dönmek, uzun veya kısa olmak, aydınlık veya karanlık olmak, duran veya hareket eden olmak, temas eden veya uzak duran olmak, çıkan veya giren olmak gibi niteliklerle nitelenmeksizin görülür. Tasavvurun alabileceği veya aklın değerlendirebileceği hiçbir anlam söz konusu değildir, çünkü Cenâb-ı Hak bütün bunlardan münezzehtir. (s. 69)

* Hz. Musa’nın Allah’ı görmek isteyişi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan bazıları şöyledir: Rü’yet isteğini Hz. Musa’ya Allah emretmiş olabilir ki görülebileceği bilinsin. Belki de çeşitli mucizelere şahit olan Hz. Musa, Allah’ın da görülebileceğini zannetmiş ve ondan bunu istemiştir. Hz. Musa yüce Allah’ın kendisiyle konuşmasına şahit olunca görülebileceğini de düşünüp “bana görün, sana bakayım” demiş olabilir. Yüce Allah’ın dağa tecelli etmesi ve onun da paramparça olması Allah’ın arşa istivasına benzer. Bunun mahiyeti de tam olarak bilinemez. (s. 70)

* Yahudi şeriatına göre öldüren mutlaka öldürülür. Katile diyet uygulanmaz. Pislik bulaşan elbisedeki necaset yıkamakla giderilemez, onu kesip atmak gerekir. Bütün tırnaklı hayvanların eti haramdır. Hayvanların iç yağı haramdır. Bunlar son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâm ve kendisine nazil olan yüce Kur’anın getirdiği şeriat ile Ümmet-i Muhammed’e helal kılınmıştır. [s. 94)

* Kur’an, kalplerdeki şüpheleri giderdiği ve örtüsünü açtığı için nurdur. (s. 95)

* Fısk, emrin gereğinin dışına çıkmaktır; zulüm ise bir şeyi yerli yerine koymamaktır. (s. 101)

* “Cumartesi yasağını çiğneyen bir takım Yahudilere “Aşağılık maymunlar olun dedik.” [A’râf, 7/166] mealindeki ayet için İmam Mâtürîdî şu açıklamayı yapıyor: “Bazıları şöyle demiştir: Onların sûretleri ve bedenleri maymun sûretine çevrildi. Akılları ise olduğu hal üzere insan aklı şeklindeydi, değiştirilmemişti ki Allah’ın kendilerine yönelik azabını bilsinler. Onların başına gelen musibetler Allah’ın yasaklarını çiğnemeleri sebebiyleydi. Bazıları da şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak onların tabiatlarını maymun tabiatına çevirdi. Sûret ve bedenleri ise olduğu haliyle kaldı. Bunu öğrenmeye ihtiyacımız yoktur.”  (s. 107)

* Bazı cüz’i varlıkların Allah’a nispet edilmesi bu varlıkların Allah nezdindeki yüceliği anlamına gelir. Tıpkı “mescitler Allah’ındır” mealindeki ilahi beyan gibi. Her ne kadar bütün yerler Allah’a ait olsa da mescitler, yüceltme maksadıyla O’na nispet edilmiştir. Bütün evler Allah’a ait olsa da “Kâbe Allah’ın evidir” sözü de böyledir. Bunun gibi varlıklardan bir kısmını Allah’ın kendisine nispet etmesi, bu varlıkları yüceltmek ve değer vermek içindir. (s. 176)

* Secde boyun eğmenin zirvesidir. (s. 177)

* Yüce Allah’ın Bedir ve Uhud gibi savaşlarda binlerce meleğini müminler için yardıma göndermesi meselesi üzerinde İmam Mâtürîdî’nin açıklaması şöyledir: “Belirtilen bin meleğin ve üç bin meleğin yardım etmek üzere gönderilmesi ve diğer hususlar, müminlerin kalplerine sükûnet vermek içindir. Yoksa ne kadar çok olsalar da tek bir melek yeterlidir. Çünkü melek onları görür; onlar ise onu göremezler. Böylesi bir topluluğun yok edilmesi kolaydır.” (s. 194)

* “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı.” [Enfâl, 8/17] Bu ilâhî beyan hakkında farklı görüşler ileri sürül­dü. Onları siz öldürmediniz mealindeki beyan şu anlama gelebilir: Yani on­lara isabet ettirmekle açtığınız ölümcül bir yara, ruhu [bedenden] çıkarmada etkin ve öldürücü değildir. Fakat yüce Allah bunu ölümcül bir yara, öldürücü ve ruhun çıkmasında etkin kılmıştır. Çünkü yaraların bir kısmı ölümcül bir bölgeye isabet etmemekte, ruhun çıkmasında bir rol oynamamaktadır. “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü.” Bu ilâhî beyan farklı yorum­lara açıktır. Bunlardan biri şudur: Kulun öldürmede ve ruhun çıkarılmasında bir etkinliği yoktur. Bu, tamamen Allah’ın fiilidir. O, buna tam olarak mâliktir. Çünkü vurmada bazen yaralama olur, fakat burada ölüm meydana gelmez. Atma da böyledir. Bir kimsenin eliyle attığı her şeyi kendisi atmış olmaz. Allah’ın sayesinde atma (remy) olur. Çünkü oku, tabiatı itibariyle ulaştığı yere ulaşacak şekilde yaratan O’dur. Dolayısıyla kişinin atmada sanki bir dahli yok gibidir. Görmez misin ki; oku attığında geri döndürmeye gücü yetmemektedir. Eğer bu fiili o yapmış olsaydı, geri döndürmeye de gücü yeterdi. (s. 204)

* Mağfiretin aslı örtmektir. Yüce Allah “O, sizin kötülüklerinizi örter” [Enfâl, 8/29] buyurmuştur. Mümin kullar için en büyük nimetlerden biri de suçlarının açıklanarak rezil edilmemeleridir. (s. 221)

* Müminler için iki güven unsuru vardır ki, bunların birincisi, Peygamberleri Hz. Muhammed aleyhisselâm, ikincisi de Allah’a olan istiğfarlarıdır. Bilindiği gibi Peygamber Allah katına alınmış, müminler için şimdi sadece istiğfar, yani tövbe dediğimiz güven unsuru kalmıştır. (s. 227)

* Bedir hadisesi, [Bedir savaşı sırasında yaşanan olaylar] başından sonuna kadar bir mûcizeydi. Öyle ki inat eden ve akıl bakımından büyüklenen kimseler dışında herkes bunu bilmiştir. (s. 255)

* Hicretin farz oluşu Hz. Peygamberin “Fetihten sonra hicret yoktur, fakat cihat ve niyet vardır.” sözüyle ortadan kalkmıştır. (s. 296)

* “Ehl-i Kitap’tan Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün yasakladığını yasak saymayan ve hak dine uymayan kimselerle, yenilmiş olarak ve kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” [Tevbe, 9/29] Cenâb-ı Hak bura­da, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab’ı belirtmiş ve onların Allah’a ve âhiret gününe inanmadıklarını bildirmiştir. Halbuki onlar Allah’ın birli­ğine ve âhiret gününe inanmayı benimsemiş görünmektedirler. O halde bu­nun anlamı nedir? Denildi ki: Onlar her ne kadar görünüş itibariyle Allah’a ve âhiret gününe inanmışlarsa da Cenâb-ı Hakk’ın hemen peşi sıra bildirdi­ği üzere gerçekte onlar çocuğu olan bir ilâha inanmaktadırlar. Bu, “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler, hıristiyanlar da ‘Mesih (İsâ) Allah’ın oğludur’ dediler” [Tevbe, 9/30] mealindeki âyetlerle anlatılan husustur. Çocuğu olan bir ilâha iman etmek Allah’a inanmak değildir. Dolayısıyla onlar mümin değillerdir. Aynı şekilde onlar yeniden dirilmeye ve âhiret gününe inanmakta, fakat âhirette vâdedilene inanmamaktadırlar. Dolayısıyla orada vâdedilene inanmaksızın âhiret gününe iman, aslında âhirete iman etmemektir. Veya şöyle denilebilir: Onlar her ne kadar sözünü ettiğimiz inanç esaslarını benimseyip iman etmiş­lerse de Allah’ın kendilerine haram kıldığı şeyleri helâl; helâl kıldığı şeyleri de haram kılmışlardır. Bütün kitaplara ve peygamberlere iman edip de bunlar­dan bir âyete veya bir peygambere inanmayan kimse, Allah’a ve âhiret gününe iman etmiş ve bunları doğrulamış değildir. (s. 354)

* Münafıklar, kâfirdirler. Yahudi ve Hıristiyanlar da kâfir kabul edilir. (s. 398)

* Rivâyet edilmiştir ki  Akra’ b. Habis ve Uyeyne Hz. Ebû Bekir’e gelirler ve: “Ey Resûlullah’ın halifesi, bizim bölgede yararsız ve hiçbir otun bulunmadığı çorak bir arazi var, bunu bize tahsis eder misin?” derler. O da bu araziyi onlara tahsis etmiş, buna dair bir belge düzenlemiş ve Hz. Ömer bu toplulukta yokken onu şahit tutmuştur. O ikisi, buna şahit olması için Hz. Ömer’e gitmişlerdir. Hz. Ömer bu yazılı belgede olanları işitince bunu onların elinden almış, içeriğine bakmış ve daha sonra yırtıp yok etmiştir. Bunun üzerine o ikisi kendi kendilerine söylenerek Hz. Ömer’e kötü sözler söy­lemişlerdir. Hz. Ömer onlara şöyle demiştir: “Hz. Peygamber sizin kalplerinizi kazanmak için size ödeme yapıyordu, zira o gün Müslümanlar azdı. Bugün ise yüce Allah İslâm’ı güçlendirdi. Gidiniz, gücünüz yettiğince çalışıp çabalayınız. Eğer siz gerekeni yapıp beklerseniz, Allah da sizi gözetir.” Biz bu hadisin muhtevasını benimsiyoruz. Çünkü Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer’in söylediklerini ve yaptıklarını reddetmemiştir. Dolayısıyla bu, onu onaylaması anlamına gelir. O ikisinin sözü ise delil olarak bize yeter. (s. 415)

* “Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özen­dirip iyiliği engellerler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir.” [Tevbe, 9/67]

Cenâb-ı Hak “Mü­minlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velileridir” [Tevbe, 9/71] mealindeki beya­nıyla müminler hakkında onların birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir. O, “İnkâr edenler de birbirlerinin yakın ve yardımcılarıdır” [Enfâl, 8/73] ilâhî beyanıyla kâfirler hakkında da onların birbirlerinin velileri olduklarını bildirmiştir. Yine Cenâb-ı Hak münafıklar hakkında onların birbirine benzediğini bildirmiştir. En doğrusunu Allah bilir ya, şu mânadadır: İman ehlinin benimsedikleri, bununla yardımlaştıkları ve insanları davet ettikleri bir dinleri vardır. İnkâr ehli de aynı şekilde bir dini benimsemekte ve bununla birbirlerine destek ve yardımcı olmaktadırlar. Dolayısıyla her grup müntesiplerinin kendi aralarında din dostlukları bulunmaktadır. Münafıklara gelince, bunların benimsedikleri bir din ye mezhep yoktur. Bunlar ayrıca birbirlerine de destek ve yardımcı ol­mamaktadırlar. Bunların arasında yardımlaşma söz konusu değildir. Bilakis münafıklar, nimet ve refahın kullarıdır. Nimet ve refah neredeyse oraya yönelirler. Bu belirttiğimiz hususlardan dolayı onların arasında dostluk mevcut değildir. (s. 427)

* Allah’ın rızasında, ruhun hayatı ve lezzeti vardır. Allah’ın onlara verdiği cennet, güzel meskenler gibi hususlarda, bedenin hayatı ve lezzeti vardır. Ruhi hayat, bedeni hayattan mertebe bakımından daha yüce ve büyüktür. (s. 434)

* Anlayıp kavrama (fıkh) bir şey başka bir şey vasıtasıyla bilmektir. Bilmek ise (ilm) başka bir şeyin aracılığı olmaksızın bilginin gerçekleşmesidir. Bundan dolayı Allah’a “âlim” denilir. Fakat Ona “fakîh” denilmesi caiz değildir. (s. 463)

* Cenâb-ı Hak cennetini rahmet olarak isimlendirmiştir. Çünkü müminler cennete Allah’ın rahmetiyle girmektedirler, yoksa bunu hak ettikleri için değil. Hiçbir kimse sadece yaptığı ameller sebebiyle cennete kavuşamaz. Oraya ancak yüce Allah’ın lütfu sayesinde erişilir. Peygamberler için dahi durum böyledir. (s. 470)

* “Muhacirlerin ve ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan razıdırlar. Onlara sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlanmıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.” [Tevbe, 9/100] Bu ayette sahabeyi taklit etmenin ve onlara uymanın caiz olduğuna dair delil vardır. Çünkü yüce Allah, “onlara güzelce uyanlar” meâlindeki beyanla muhacir ve ensara uyanları övmüştür. Sonra O, onların hepsinden razı olduğunu bildirmiştir. En doğrusunu Allah bilir ya, bu durum, onları taklit etmenin gerekli, onlara uymanın vacip olduğunu göstermektedir. Eğer bir şey bildirmişlerse ve bir söz söylemişlerse, bununla amel etmek vacip olur, terk etmek ise caiz olmaz. Bu konuda en doğrusunu Allah bilir. (s.472)

* Ebû Ümâme’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Sâlebe b. Hâtıb Resûlullah’a gelmiş ve “Yâ Resûlallah! Bana mal bahşetmesi için Allah’a dua et” demiştir. Resûlullah ona şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun ey Sâlebe, şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü eda etme gücünün yetmediği çok maldan daha hayırlıdır.” Sonra o, yine Resûlullah’a gelip “Yâ Resûlallah! Bana mal bahşetmesi için Allah’a dua et” demiştir. Resûlullah ona şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun ey Sâlebe, Allah’ın elçisi gibi olmak istemez misin? Eğer ben dağların altın olarak üzerime akmasını istesem bunu talep ederdim ve gerçekleşirdi.” Sonra o, tekrar Resûlullah’a gelip “Yâ Resûlallah! Bana mal bahşetmesi için Allah’a dua et! Allah’a yemin olsun ki Allah bana mal bahşederse her hak sahibine hakkını veririm” demiştir. Bunun üzerine Resûlullah ona dua etmiş ve üç defa “Allah’ım Sâlebe’ye mal bahşet” buyur­muştur. Anlatıldığına göre o, koyun edinmiş; bunun üzerine koyunları tır­tılların çoğalması gibi çoğalmıştır. Öyle ki Medine’nin sokakları ona yetmez olmuş, o da şehir merkezinden ayrılmıştır. O daha önce bütün namazlarını Resûlullah’la birlikte kılıyor ve oraya çıkıyordu. Sonra Medine’nin meraları da ona dar gelmeye başladı; bunun üzerine o, buranın da uzağına taşındı. Bu sıra­da o öğlen ve ikindi namazlarını Resûlullah’la birlikte kılıyor, sonra da işlerine bakıyordu. Sonra o, buradan da uzaklaştı. Böylelikle sadece cuma namazlarını Resûlullah’la birlikte kılıyor, sonra da ayrılıyordu. Nihayetinde durumu cumayı ve cemaatı bütünüyle terk etmeye ulaştı. Böylelikle tamamen uzaklaş­mış oldu. O, artık kafilelerle karşılaştığında haberleri ve Resûllah’a indirilenleri soruyordu. Bunun üzerine Allah “Onların mallarından sadaka al” [Tevbe, 9/103] mealindeki âyeti indirmiştir. Resûlullah sadaka toplamak üzere iki adam göndermiş, on­lara sadakaların nisâplarını yazmış ve insanlar arasında dolaşmalarını ve sadakalarını almalarını emretmiştir. Ayrıca Resûlullah, bu iki adama, Sâlebe’ye ve Süleymoğulları’ndan bir adama uğramalarını ve bu ikisinin sadakalarını da almalarını emretmiştir. Bunun üzerine bu iki adam insanlardan sadakalarını almak üzere çıkmış ve Süleymoğulları’ndan olan adama uğramışlardır. Onlar, bu adama Resûlullah’ın mektubunu okumuşlar, adam da bu sadakanın veril­mesine itaat etmiştir. Yine onlar Sâlebe’ye uğramış ve Resûlullah’ın mektubunu ona okumuştur. Bunun üzerine o, “Allah’a yemin olsun ki bilmiyorum. Bu an­cak bir cizyedir veya cizyenin benzeridir. Gidin işinizi bitirdikten sonra gelin, tâ ki ben de bir karar vermiş olayım” demiştir. Bu iki adam diğer insanlarla olan işlerini bitirdikten sonra ona tekrar uğramışlar, o ilk söylediklerini onlara tekrar etmiştir. O, bu iki görevliye “Gidin, ben Resûlullah’la görüşeceğim” demiştir. Bunun üzerine Allah “onların içinde öyleleri var ki, Allah bize lütuf ve kereminden bahşederse” mealindeki beyandan “Allah, onların yüreklerine münafıklığı yerleştirdi.” [ Tevbe, 9/75-77] anlamındaki beyana kadar yer alan âyetleri indirdi. Müfessirlerin çoğu bu yorumu, yani âyetin Sâlebe hakkında indiği görüşünü benimsemiştir. Onların bir kısmı da âyetin Tebük savaşında Resûlullah’ı bırakıp geride kalanlar hakkında indiği görüşünü benimsemiştir. (s. 475-476)

* Hz. Peygamberin malı mirasçılarına miras olarak kalmamıştır. Çünkü peygamberler mal olarak herhangi biri miras bırakmazlar. Onların mal ve kazançları Allah’a aittir. (s. 518)

 

Bu makale toplam 160 defa okunmuştur
Makaleyi Paylaş :
Yazarın Diğer Yazıları
Yazarın Tüm Yazıları

YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi