Bugün; 26 Nisan 2024, Cuma
Ahmet EFE
Metni küçült
Ahmet EFE
Cümle Kapısı
Şiir Üzerine Yazılar - 6 -
Tarih : 2015.06.03  00:43:57

“Sensiz Geçen Zamânın Kazâsı Yok!” (Seyyid Nesîmî ve Şiiri)

Onun için Şiraz, Tebriz, yahut eski adı Amid olan Diyarbakır’da doğmuştur diyorlar. Bağdat’lı, yahut Nusaybin’li olduğuna dair de kayıtlar görünüyor. Büyük bir ihtimalle 1418 yılında, Halep’te ve henüz 40-45 yaşlarında iken öldürüldü. Kabri Halep’te ve halâ ziyaretgâh olan bir türbe içinde…

Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazan, üç lisanda da divan tertip eden büyük bir şair. Kendince tarikat ve meşayih sırlarına vâkıf, yüksek dereceli bir Seyyid. Aşk meydanının pervasız, korkusuz, acîb ve garip âdemlerinden!..

Seyyid Ömer İmadüddin Nesîmî… Nerede doğduğu, doğum yılı, anne ve babasının kimler olduğu bile bilinemeyen ve İslâmî Türk edebiyatının kurucularından biri olarak kabul edilmesi sebebiyle, kendisinden sonra gelen bütün şairleri etkileyen bir sanatçı.

Efsanelere karışan hayat hikâyesine bakılırsa, zamanının medreselerinde okutulan bütün ilimleri öğrenmiş, iyi bir tahsil görerek kendini yetiştirmiş. Nüktedân ve ârif bir zat olarak tanınmış ve nihayet Kınalızâde Hasan Çelebi’nin dediği gibi: “Aşk şarabı vücud kadehinden taşınca yolunu şaşırıp, akla ve şeriata uymadığı için gizlenmesi gereken sözleri açığa vurup, şeriat ve tarikat imamlarının fetvalarıyla katlolunmuş…”

Daha gençliğinin baharında iken sapkın bir mezhep olan Hurufîliğe kapılarak , bu tarîkin kurucusu Fazlullah Hurûfî’ye intisap eden bu coşkun şair, halefi olduğu zatın bozuk fikirlerini yaymak için olağanüstü bir gayret göstermiş, İran ve civarından başka bütün Suriye’yi, doğu, batı ve güney Anadolu’yu dolaşmıştır.

Onun, hayatını ortaya koyarak savunduğu Hurûfîlik, şaşırtıcı ve hayret verici bir anlayış, daha açıkçası akıl ve İslâm’a uymayan saçmalıklarla dolu bir öğreti olarak görünmektedir. Fazlullah’ın iddialarına bakılırsa; “hurûf” yani “harfler” kutsaldır ve her biri bir gizli manâ taşır! İnsan bizatihî ilahtır! Kur’an te’vil edilirken harflerindeki batinî manalar ortaya çıkarılmalıdır. Ebced ve cifir mukaddestir, Hakk harflerle belli olur! Kainat harflerden yaratılmış olup Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, Muhammed’e 28, Fazlullah’a ise 32 harf mâlum olmuştur! Fazlullah Mehdi, Mesih, Tanrı mazharı ve zuhuru bir peygamber ve hatta ilah’tır! Tenâsuh, hulûl ve ittihad caizdir! Hakkı bulmak isteyen, insanın yüzüne baksa yeter. Kaş, göz, ağız, burun, kulak gibi bütün uzuvlardan “Fazl” ismi okunur!

Görüldüğü gibi arka plânında Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecûsilik ve daha ziyade de batınî Şiilik gibi bir çok anlayış barındıran Hurûfîlik, tamamen İslâm dışı, sapkın bir öğretidir. Bütün buna rağmen Nesîmî gibi zeki ve kudretli bir şairin bu tarîke bağlılığı ve nihayet bu uğurda olmadık eziyetlere katlanması nasıl izah edilecektir? Sorunun cevabını, hakkında bir eser hazırlayan ve Divân’ından seçmeler neşreden Kemal Edip Bey (Kürkçüoğlu) şöyle veriyor: “Varlık bir muammadır, hayat bir muammadır, insan bir muammadır. Bu

muammalar silsilesini çözmeye kalkan insan aklı da bir muammadır. Nerede bir aldanma varsa, orada elbette bir aldatan bulunacaktır. Koskoca Âdem ve cıpcılız şeytan misali ortadadır. Çok yerde kandıran, ilk kanandır; inandıran da ilk inanandır. Hele arada bir takım maksatlar, türlü gayeler de âmil olunca her zaman insanoğlunun zayıf damarını arayıp bulan nice nice şeytanlar çıkacaktır.”

Şimdi bizim meselemiz, Seyyid Nesîmî’nin Hurûfîliğe kapılıp onun müfrit propagandacısı olmasından ziyade, şair olarak üstünlüğünü göstermek, şiir vadisindeki büyük başarılarından söz etmektir. Merhum Ahmet Kabaklı Hoca: “Seyyid Nesimi çağın Türkçesini en güzel bir şiir dili hâline sokmuştur. Dildeki ustalığı, mısra kurma üstünlüğü, samimiyeti ve lirizmi ile Yûnus Emre’yi hatırlatan ve edebiyatımızın kurucularından olan Nesîmî’nin Halk, Tekke ve Divân şairlerimiz üzerinde azımsanmaz etkileri olmuştur. Denebilir ki halka en çok yaklaşan Divân şairimiz Nesîmî’dir.” tespitini yapıyor.

Bektaşî olmadığı halde bu zümrenin yedi büyük şairinden biri kabul edilen Nesîmî’nin dili, Fuzulî’de olduğu gibi Türkçenin Oğuz lehçesine yakın olan Azerî lehçesidir. Arapça ve Farsça şiirler yazmışsa da, Türkçe divânı daha orijinal ve lirik şiirlerden oluşmuştur. Mısraları, azgın dalgalarla dolu karanlık bir deniz gibi insanı içine çeker. Bunlarda dile tam olarak hâkim olunduğu, her birinin sağlam kafiyelerle örüldüğü, veznin bütün kurallarına uyulduğu ve bunlar yapılırken hiçbir zorlama ve tasannû (sanat göstericiliği) cihetine gidilmediği görülmektedir. Has şiir de zaten böyle bir şey değil midir? İşte Nesîmî’nin beyitlerinden bir demet…

 

“Ey haste gönül derdine derman talep eyle

Ger cân diler isen yürü cânân talep eyle!

…..

Erkânsuz olanlarla refîk olma Nesîmî

Yol ehlini gözle, edep, erkân talep eyle!”

 

(Ey yaralı gönül, derdine derman ara! Eğer can dileğinde isen yürü canân ara!

Ey Nesîmî yoldan, yöntemden haberi olmayanlarla yoldaş olma! Yol ehlini gözle, onlarda edep, yol, yöntem ara!)

***

“Savm ü salâtı fevt olan ânı kazâ kılur;

Sensiz geçen zemân ile vaktin kazası yoh!”

 

(Oruç ve namaz vaktini kaçıran, nasıl olsa onları kaza eder; sensiz geçen zamanın, vaktin ise kazası yoktur!)

***

“N’ider âşık cihân ü cânı sensüz?

Ki sensen âşıkın cân ü cihânı

….

Nesîmi’nin mekânı lâ mekândur;

Mekânsuz âşıkın Hakk’dur mekânı”

 

(Onun canı da cihanı da sen olduğuna göre âşık sensiz cihanı ne yapar, cânı ne yapar?

Nesîmî’nin mekânı, mekân üstü âlemdir, mekânsız âşıkın mekânı, Hakk’tır!)

***

Ben kul olanın kuluyam, altun olanın pulıyam;

Her kim bu yolda kul durur, âlemde ol sultan gerek.”

 

(Ben kul olanın kuluyum; altın olanın da puluyum. Kim bu yolda böylesine kul ise, âlemin sultanı da o olmalıdır.)

***

Firkatün yandurdı bağrım, yüreğim kan oldı, gel!

Gel ki dîdârun bu sayru câna dermân oldı, gel!

Kalmadı sabr ü karârım,ey habîbüm, kandesen?

Gönlümin ma’mûri, sensüz cümle virân oldı, gel!

….

Çün Nesîmî, senden ayru bildi kim yohtur vücûd,

Derd ü dermân, vasl ü hicrân cümle yek-sân oldı, gel!”

 

(Sevgilim! Ayrılığın ateş gibi, bağrımı yaktı; yüreğimi kan bastı, gel artık! Gel artık, gel ki, bu hastalanan cana, derman olarak yüzünü görmek kaldı.

Sabrım tükendi, yerimde duramaz oldum, ey sevgilim, neredesin? Bayındır gönül evim, sen yoksun diye, baştan başa yıkıldı, gel artık!

Gel artık, gel ki, Nesîmî, senden başka varlık olmadığını bildi bileli, gözünde dert ve derman, kavuşma ve ayrılık diye ne varsa hepsi bir ve beraber oldu.

***

Berü gel, sûfiyâ ki mest olalum;

Mest-i câm-i mey-i Elest olalum.

 

(Ey sûfî, beri gel de birlikte mest olalım; hem de Elest meyinin dolusundan içip kendimizden, benliğimizden geçelim!

***

Allah Allah! Ne cân ü dil-bersen?

Allah Allah, ne bahr ü gevhersen

Ey Nesîmî cihânı tutdı sözün;

Avnuk-Allah ki şâh-ı kişversen.

 

(Allah Allah! Şaşırdım kaldım, sen nasıl bir can ve nasıl da dilber bir insansın? Allah Allah, sen nasıl bir deniz, nasıl bir cevhersin?

Ey Nesîmî, senin sözün cihana yayıldı; ülke şâhısın, Allah yardım edicin olsun.

***

Hüsnün, tebârek-Allah, envâr-i Lem-yezel’dür;

Yüzün cemâl içinde bî-misl ü bî-bedeldür.

 

(Allah kem gözden esirgesin, senin güzelliğin o yegane Zevâl-bulmaz’ın nurlarıdır; yüzün görkemlilik içinde eşsiz ve bedelsizdir.

***

Ger disem: “Vardur cihânda” sensen ey gönlüm alan!

Dil senündür, can senindür, pes benüm ben, nemdürür?

….

Bir nazer kıl-gıl Nesîmî hâline kim dert ile

Sözleri feryâd ü nâliş, gözleri Zemzemdürür.

 

(Ey güzelliğiyle gönlümü alan güzel, eğer “Cihanda var olan vardır.” dersem, bil ki bu sensin! Gönül senindir, öyleyse ya benim “ben” dediğim, nemdir?

Nesîmî’nin hâline bir göz at hele! Çünkü dert yüzünden sözleri hep sızlanmadır, hep iniltidir; gözleri ise adetâ Zemzemdir. (Zemzem gibi hiç kesilmeksizin yaş döker.)

***

Harâmî gözlerün yağmâye düşmüş;

Zihî câdû ne hoş sevdâye düşmüş

Karâr itmez gönül zülfünden ayrû;

Bu ser-gerdân uzun sevdâye düşmüş

 

(Gönül yolunu kesen gözlerin yağmalamaya koyulmuş; övülesi büyücü ne de hoş bir sevdâya düşmüş.

Gönül zülfünden ayrı yerde durup dinlenmez; bu şaşkın, uzunca bir karanlığın içine düşmüş.)

***

Gel gel ki senden ayru, müştâka cân gerekmez;

Müştaka sensüz ey cân, iki cihan gerekmez.

Şîrîn lebün meyinden çün esrüdi Nesîmî

Fâş oldı sirr-i pinhân, şerh u beyân gerekmez.

 

(Gel, gel ki candan göresi gelene senden başka can gerekmez. Ey cân, göresi gelene iki cihan (dünya ve ahiret) gerekmez(!)

Değil mi ki Nesîmî tatlı dudağının şarabıyla mest oldu, kendinden geçti. Sakladığı sır; ayrıca açmaya, söylemeye lüzum olmayacak şekilde ortaya yayıldı.)

Not: Daha geniş bilgi için bk: Seyyid Nesîmi Divanından Seçmeler, Hazırlayan: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Devlet Kitapları, 1973, İstanbul – Nesîmî Divanı, Hazırlayan: Hüseyin Ayan, Akçağ Yayınları, 1990, Ankara - Hurufîlik ve Kur’an / Nesîmî Örneği, Mustafa Ünver, Fecr Yayınları, 2003, Ankara

Bu makale toplam 1510 defa okunmuştur
Makaleyi Paylaş :
Yazarın Diğer Yazıları
Yazarın Tüm Yazıları

YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi