Bugün; 28 Nisan 2024, Pazar
Ahmet EFE
Metni küçült
Ahmet EFE
Cümle Kapısı
TE’VÎLÂTÜ’L-KUR’AN’ ın Türkçeye Tercümesi’nden NOTLAR -7-
Tarih : 2023.01.09  12:36:11

5. CİLT’ten Notlar

* En’âm Sûresi müşriklere meydan okumak üzere nazil olmuştur. (s. 20)

* Kâfirler dünyaya geri gönderilseler bile yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. (s. 45)

* Resûlullah’tan (s.a.) rivâyet edilen başka bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Dünya kâfirin cennetidir, orada eğlenir ve dünyevî arzularla oyalanır. Müminin ise hapishanesidir, ondan kurtulması ölümledir.” Dünya müminin hapishanesidir mealindeki cümlenin anlamı şudur: Mümin helake uğramaktan korktuğu için dini onun bütün arzularını yerine getirmesini engellemekte, kendisini helake düşmekle korkutmaktadır. Kâfirin ise dünyada her istediğini yapmasını engelleyen hiçbir şey yoktur, bun­dan dolayı dünya onun için cennet gibidir, mümin için ise söylediğimiz gibi hapishaneye benzemektedir. Başka bir ihtimal de şudur: Kâfir ölürken gidece­ği yeri ve tehdit edilmiş olduğu cehennemi gözleriyle görür, işte o zaman o gördüğü şeylere karşı dünya kendisine cennet gibi gelir ve oraya gitmek istemez. Mümin ise ölürken cennetteki makamını görünce, artık dünya ona hapishane gibi gelir. (s. 61)

* Yüce Allah kâfirin küfrü kendi iradesiyle seçeceğini ezelî ilmiyle bildiğinden dolayı onun için dalaleti dilemiş ve inkâr fiilini onda yaratmıştır. Müminin iradesiyle imanı ve hidayeti seçeceğini ezeli ilmiyle bilince hidayetini dilemiş ve onda hidayet fiilini yaratmıştır. (s. 76)

* İbn Kuteybe şöyle dedi: Mublis, elleriyle almaktan ümidini kesen demektir. Ebû Avsece de şöyle dedi: Mublis, delili kaybolan kişidir. Denilmiştir ki: Allah’ın laneti üzerine olsun, İblis’e, Allah’ın rahmetinden ümidini kestiği için İblis denilmiştir. (s. 81)

* Cenâb-ı Hak uykuda duyu organlarının ruhlarını almakta, ölümden sonra hiçbir iz taşımadan onları tekrar geri vermektedir; böyle iken öldükten sonra, hiçbir canlılık emaresi olmadan dirilmeyi nasıl inkâr edersiniz? Yaratıklar darmadağın olduktan sonra Cenâb-ı Hak tekrar onların parçalarını toplar, O bunu yapmaya kadırdir. (s. 102)

* “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir.” [el-Feth, 48/10] meâlindeki âyet, yardım etmek, destek olmak, yüce, üstün olmak anlamına gelir, otoritesi ve Rablığı her şeyi kapsamaktadır demektir. (s. 103)

* “Sûra üflendiği gün” [En’am, 5/73] Bu beyan konusunda bazıları şöyle demişlerdir: Üflenen şey rûhtur. Rûh da rîh’den, yani rüzgârdan gelir. Cenâb-ı Hak “Biz ona rûhumuzdan üfledik” [et-Tahrim, 66/12] mealindeki ayette buyurduğu üzere, rûh ancak üflemekle bir yere girer. Bazıları da şöyle dediler: Burada gerçek anlamda bir üfleme söz konusu değildir, ama sûra üflemekten söz etmesi, kıyametin süratle kopacağını ifade etmektir. Nitekim insan hiç farkında olmadan nefes alıp vermektedir, işte âyetteki bu ifadeyi de kıyametin kopuşunun süratle gerçekleşeceği için belirtmiştir. Çünkü rüzgârdan daha çabuk giden ve hedefe daha hızlı ulaşan hiçbir şey yoktur. Bazıları ise, o gerçek bir üflemedir demişlerdir. Bu meselenin aslı bizim belirttiğimiz gibidir. Âyetdeki “sûr” kelimesine bazıları, yaratıkların suretleri anlamını vermiş, bazıları da boynuzdur, İsrafil onunla üfler anlamını vermişlerdir. Onun mahiyeti tarafımızdan bilinmemektedir. Kaldı ki bilmeye ihtiyacımız da yoktur. Belirttiğimiz gibi ölümden sonra dirilmenin ne kadar süratle gerçekleştiğini anlamalıyız. (s. 125)

* “Bu (Kur’ân), sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” [En’am, 6/92] Buradaki kitap­tan maksadın Kur’ân olduğu söylenmiştir. İndirdiğimiz mübarek bir kitap; Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i bazen mübarek, bazen nûr, bazen hidâyet ve rahmet, bazen şifa, mecîd, kerîm, hakîm diye adlandırdı. Hakikatte Kur’ân-ı Kerîm nûr, mübarek, rahmet, hidâyet, şifâ, mecîd, kerîm ve hakîm olmakla nitelenmez, çünkü Kur’ân’ın kendisi zaten sıfattır, sıfat başka bir sıfatla tavsif edilmez. Kur’an eğer hakikatte nûr, rahmet, hidâyet veya zikredilen diğer niteliklerden ibaret olsaydı, onun herkes için nûr ve belirtilen niteliklerde aynı özellikte olması gerekirdi. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’anın bazı insanları sa­ğır ettiğini belirtmesi, bazılarının da kirlerine kir kattığını haber vermesi, onun hakikatte öyle olmadığına işaret eder. Çünkü öyle olsaydı, bu vasıfların herkes için gerçekleşmesi gerekirdi. Ancak Allah ona yine de bu isimleri vermiştir, meselâ doğru yolu bulmak isteyenlerin yolunu aydınlattığı için ona nûr demiştir. Ona uyanların kafalarındaki dine dair karmaşıklığı giderip rahatlattığı için şifa ve rahmet demiştir. Dini ihya edip canlandırdığı için ona rûh demiştir. Onun inceliklerini kavrayan ve ona uyan insan hikmet sahibi olduğu için hakîm demiştir. Keza insanları şan ve şerefe, cömertliğe davet ettiği için ona mecîd ve kerîm demiştir. Ona uyan güzel ahlâka kavuşacağı için mecîd ve kerîm olur. Her türlü berekete onun vasıtasıyla ulaşıldığı için mübarek demiş­tir. Bereket iki şeyin adıdır; biri her türlü hayır ve iyiliğin, diğeri de çoğalan ve artan her ürünün adıdır. Binaenaleyh ona tabi olan her türlü hayır ve iyiliğe, her işinin verimli ve semereli olmasını sağlamış olur. İşte belirtilen niteliklerin açıklaması budur. (s. 160-161)

* Uzaklığına rağmen gökten yağmur indirmek, şaşılacak bir mucize ve tam bir hikmettir. Allah yağmuru damla damla indirmektedir, o kadar ki yağmurun çokluğuna, bolluğuna ve göğün de uzaklığına rağmen damlalar birbirine karışmamaktadır. Böyle bir şeyi yapmak için bütün yaratılanlar bir araya gelseler de buna güçleri yetmez. İşte bu da onu müdebbir, alîm ve hakîm birinin yapmakta olduğuna işaret eder. (s. 177-178)

* İnsan, her şeyin kendisi için yaratıldığı gaye varlıktır. (s. 178)

* El, dokunduğu nesnenin sertliğini ve yumuşaklığını hisseder fakat bunu nasıl hissettiği ve nasıl algıladığı bilinmez. Dilin konuşması da, burunun koku alması da böyledir; bunun ne olduğu, güzel ve çirkin kokuyu nasıl ve ne ile bulduğu bilinmiyor. (s. 184)

* Cenâb-ı Hak duyularla ve müşahedelerle değil, mucizelerle ve delillerle bilinir. Bilinme yolu mucizeler ve deliller olan bir varlık ihata edilemez ve mahiyeti de idrak olunmaz. Allah kendisini nasıl nitelediyse öyledir. (s. 184)

* Şeytan, Allah’ın rahmetinden uzak olan demektir. “Şetane” fiili, uzak oldu anlamına gelir. (s. 204)

* Yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğu dalâlet içinde olup, putlara tapınmaktadır. (s. 209)

* Sevap, Allah’ın lütfunun ve ihsanının sonucu, azap da O’nun hikmetinin gereğidir. Hikmet, Allah’a âsî olanı ve emrine muhalefet edeni cezalandırmayı gerektirir. Sevabın gereği de lütuftur. (s. 238)

* Neshedilen hükümle amel etmek haramdır. (s. 264)

* “Söz söylediğiniz zaman adaletli olun” [En’âm, 5/152] âyetinden anlaşıldığına göre] Sözde adaleti gözetmek, fiilde gözetmekten daha önemlidir, çünkü hikmet akılsızlıktan, hak da batıldan söz ile ayırt edilir, bu bakımdan sözde adalet daha önemlidir. (s. 278-279)

* Kur’an “mübarek”tir, yani bereket getirir. “Mecîd”dir yani şan ve şerefi yüksek olduğundan kendisine uyanı da şan ve şeref sahibi kılar. “Kerîm” yani cömert ve kıymetlidir. “Ruh” ve “Hay” dır, zira kendisine tabi olan kişiye yeni bir hayat kazandırır. (282-283)

* Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: Kıyametin ilk alameti ortaya çıktığında kalemler atılır, hafaza melekleri hapsedilir ve bedenler amellere şahit olurlar. (Yani kıyamet alâmetlerinin ilki ortaya çıktığında, meleklere kalemlerini atmaları emredilir ve insanların amellerini yazmaktan vazgeçirilir, çünkü gayp perdesi kaldırılmıştır, imtihanın hikmeti de zail olmuştur.) (s. 290)

* Gelmesi mukadder olan her şey çok yakındır, sanki gelmiş gibidir. (s. 306)

* “Cenâb-ı Hak, “Âllah seni insanlardan koruyacaktır.” [Mâide, 5/67] meâlindeki âyetle Hz. Peygamber’i (s.a.) o insanların yapacakları her türlü kötülükten emin kılmış, ona güvence vermiştir. Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber’e (s.a.), “Senin şeytanın var mı?” diye sorulmuş, o da: “Vardı, ancak bana yardım edildi ve o da teslim oldu” demiş. İşte bu rivâyette de belirtildiği üzere Allah, onu şeytanın vesveselerinden de emin kılmıştır. (s. 311)

* Başta Müslim ve Tirmizî olmak üzere pek çok hadis kitabında yer alan haberlerden de anlaşıldığı gibi Efendimize musallat olan şeytan Müslüman olmuş ve kendisine hayırdan başka bir şey söylememiştir.

* Allah ona [İblis’e] mühlet vermiş, ancak sürekli korku ve endişe içinde yaşaması için vermiş olduğu o mühletin zamanını açıklamamıştır. Görmez misin ki Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “İki güç birbirini görünce şeytan hemen dönüş yaptı ve ‘Şüphesiz benim sizin sorumluluğunuzla ilgim yok!” dedi.[Enfal, 8/48] Eğer Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği mühleti şeytan bilmiş olsaydı, henüz zamanı gelmeden helak olacağı korkusunu duymazdı. Bu durum, Cenâb-ı Hak’kın şeytana verdiği mühleti onun bilmediğine işaret eder. (s. 326)

* “Ey âdemoğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır.” [A’râf, 7/26] ayetinde geçen “Takva elbisesi”nden maksat âlimlerin beyanına göre dindir, Kur’an’dır, haya duygusudur, iman yahut iffettir. (s.343)

* Allah bizim şahsımız üzerinde, yiyeceğimizi, içeceğimizi ve giyeceğimizi bozma konusunda şeytana bir güç ve otorite imkânı vermemiştir. Eğer ona bu imkânı verseydi, bizi helak ederler ve gıdalarımızı da bozarlardı. Allah ona ancak kalplerimize vesvese verme gücünü vermiştir. Bize de düşünüp tefekkür etmek suretiyle onun vesvesesini anlama gücünü vermiş ve bunun yolunu göstermiştir. (s. 346)

* Adaletin aslı, bir şeyi ait olduğu yere koymak ve onun için tayin edilen sınırı korumaktır. (s. 350)

* Mûtezile mensupları diyorlar ki: “Öldürülen insan, eceli gelmeden helak olmuştur.” Bu sözleriyle onlar, katilin, öldürülen insanın ecelini öne aldığını söylemektedirler. Halbuki Cenâb-ı Hak buyuruyor ki “Ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.” Cenâb-ı Hak, “Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.” [A’râf, 7/35] buyurmakta, zamanı geldiğinde ecelin geciktirilemeyeceğini, zamanı gelmemişse de öne alınamayacağını söylemektedir. (s. 361)

* “Allah’ın âyetleri” ifadesinden bazen Allah’ın dini, delilleri, peygamberleri, mucizeleri ve bazen da Kur’an’ın ayetleri anlaşılır. (s. 363)

* İnsanların kâfirlerine azap edildiği gibi cinlerin kâfirlerine de azap edilecektir. (s. 367)

* Cennet ehlinin kalplerinde kin ve haset bulunmaz: çünkü kin ve haset onlara keder ve üzüntü verir, dolayısıyla onların kalplerinde ancak sevgi bulunur. (s. 375)

* “Bazı âlimler şöyle dediler: Mûtezile, Cenâb-ı Hakk’ın haber verdiği şeyde O’na muhalefet etmekte, peygamberlerin Allah’tan naklen haber verdikleri şeylere de, cennet ve cehennem ehline de, İblise de muhalefet etmektedirler. Onların Allah’a ve cennet ehline muhalefet­leri şudur: Cenâb-ı Hak cennet ehlinin, “Bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bize bahşetmeseydi biz kendiliğimizden elde edemezdik.” [A’râf, 9/43] mealindeki ilâhî kelâmda görülmektedir. Allah bunu dünyada iken söylememizi teşvik etmekte ve onu söylemeye davet etmektedir. Mûtezile ise, bizi hidâyete kavuşturan Allah değildir, ancak hidâyeti biz yaratıyoruz, Allah’ın yaratmasıyla değil kendi irade ve tercihimizle onu buluyoruz, demektedirler. Peygamberlere muhalefetleri de “Eğer Allah sizi azgınlığınızın içinde bırakmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez.” [Hud, 11/34] mealindeki âyette görülmektedir. Mûtezile bu âyete aykırı olarak, Allah insanları azgınlık içinde bırakmayı istemez diyor. Cehennemliklere muhalefetleri de, onların söyledikleri “Allah bizi doğru yola iletmiş olsaydı biz de sizi iletirdik.” [İbrahim, 14/21] sözünde görülmektedir. Onların bu sözlerine kar­şılık Mûtezile böyle söylemiyor. İblis’e muhalefetleri de onun “Rabb’im! Benim sapmama imkân verdin.” [Hicr, 15/39] demesidir. İblis Allah’ı Mûtezileden daha iyi bilmektedir.” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 293a; Medine nüshası, vr. 325a) (Dipnot: s. 378)

* “A’râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır.” [A’râf, 7/46]

Bazıları şöyle dedi: Onlar iyilikleri ile kötülükleri eşit olan insanlardır. Cen­netle müjdelenmediler ki Allah’ın azabından korkmasınlar, tamamen ümitleri yok edilmedi ki cennete girmeyi ummasınlar! Başkaları da şöyle dedi: Onlar, Allah’ın kendilerine ikram ettiği kimselerdir, Allah onlara bu şekilde ikramda bulunmuştur; mahlûkata Allah’ın nasıl hükmettiğini ve nasıl âdil davrandığını görmeleri için onları o duvarın üzerine çıkarmıştır. Onlar Allah’ın kendisine lütfedip mükâfatlandırdığı kişileri ve âdil davranıp adaletle muamele ettiği kişileri de görecekler. Onların peygamberler olduğu da söylenmiştir. Onların peygamberler olması daha yakın bir ihtimaldir, A’râf ‘ın üzerine çıkacaklar ye oradan ümmetlere bakacaklar. Nitekim bir âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyur­maktadır: “Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit tut­tuğumuz zaman halleri nice olacak!” Bazıları da, onların melekler olduğunu söylemiştir. Ancak Allah’ın melekleri, adamlar diye isimlendirilmezler, böyle bir şeyi duymadık. Bunların en doğrusunu Allah bilir. (s. 382)

* Kâfirler cehennemden çıkarılıp dünyaya geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancılardır. Kâfirlerin azaplarının ebedi olması yalancılıkları sebebiyledir. Onlar azaptan kurtulup geri dönseler bile eski şirk ve günaha devam edeceklerdir. Çünkü sürekli olarak yalan söylemek huy ve âdetleri olmuştur. Yüce Allah ezelî ilmiyle bunu bildiği için onları geri göndermez. (s. 392)

Yüce Allah’ın “Arş’a istiva etmesi”, kıyamet gününde bütün âlemlerin Azîz ve Celîl olan Allah’ın hükümranlığı altında olduğunun anlaşılacağı manasına gelir. Kıyamet günü mümin, kâfir ve münafık insanlar ile diğer yaratıklar bunu açıkça itiraf edeceklerdir. (s. 399)

* “Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır.” [A’râf, 7/54] Söz konusu altı günü belirlemenin ne olduğuna dair bilgi Allah’ın katındadır, kendisinin haber verdiği şeylerden olmadıkça O’ndan başka hiç kimse bu mesele hakkında hüküm veremez. Yine Kur’anda bir günün, dünyanın elli bin senesine denk olduğu beyan edilmiştir. [Meâric, 70/4] Başka bir ayette de bir günün bin sene ile sınırlandığı ifade edilmiştir. [Hac, 22/47] Dolayısıyla onun gerçek miktarını kendisinden başka kimse bilmez. (s. 400)

* “O arşı istiva etti” [A’râf, 7/54] mealindeki “istivâ ale’l-arş” sâbit olmuştur. Bu âyeti, “O’na benzer hiçbir şey yoktur.” [Şûrâ, 42/11] mealindeki ilahî beyanın bağlamında anlamak gerekir. Buna göre de şu sözde ittifak ortaya çıkmıştır: Allah kelamı, yaratılanların sözlerinden anlaşılan anlama göre değerlendirilemez. O’nun fiili ve ilmi yaratıkların fiili ve ilmine benzetilemez, O şunun Rabbi’dir veya bunun sahibidir denilince bundan yaratıklar hakkında anlaşılan mana da kastedilmez. Yine bu sözler insanlar hakkında kullanıldığında anlaşılan anlam ile Allah hakkında kullanıldığında anlaşılan mana aynı değildir. Allah hakkında kullanıldığında rablık hakkının gerektirdiği ve O’na layık alan bir anlam söz konusudur. İşte açıklamaya çalıştığımız âyet de böyledir. Sonra âyetten maksadın ne olduğu konusunu da Allah’a bırakmak gerekir, çünkü onu bize açıklamış değildir, ancak onun Allah’tan başkası hakkında anlaşılan bir anlam taşımadığı ortaya çıkmıştır. (s. 403)

* Bütün peygamberlerin ilk tâbileri hep zayıflar olmuştur. (s. 436)

* Bereket, hiç zahmet çekmeden elde edilen her türlü hayrın adıdır. Bereket, yorulmadan ve zorlanmadan elde edilen her şeydir. (s. 462)

 

Bu makale toplam 322 defa okunmuştur
Makaleyi Paylaş :
Yazarın Diğer Yazıları
Yazarın Tüm Yazıları

YAZARLAR
HAVA DURUMU

NAMAZ VAKİTLERİ


EN ÇOK OKUNANLAR
FACEBOOK
ANKET
Yeni Arayüzümüzü Beğendiniz mi ?
Evet
Hayır
  
FOTO GALERİ
VİDEOLAR
Copyright © Doğruses - Konya haberleri   |
|
Sitemizdeki yazı , resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
Görsel Tasarım ve Yazılım : Genç Online Türkiye'nin En iyi 1 oyunlar1 sitesi